Aylık arşivler: Temmuz 2015

ÜNİVERSİTE KALİTESİ ve MEZUNLARIN SORUMLULUĞU

Üniversitelerin kaliteleri, bilime yaptıkları katkı ile ölçülür. Dünya’da ve Türkiye’de üniversite kalitesi, üniversitelerin kadrolarında bulundurdukları önemli bilim insanlarının sayıları ve bu kişilerin yaptıkları araştırmaların ve bilimsel yayınların miktar ve kaliteleri ile ölçülür. Kaliteli üniversitelerin kadrolarında kendi uzmanlık konularında bilimin sınırlarını zorlayarak yeni bilgi üreten ve o konunun uluslararası literatürüne katkı yapan akademisyenler bulunur. Bu yeni bilgiler öğrenciye de aktarıldığı için, bilimsel düzeyi daha yüksek üniversitelerin mezunları daha bilgili, daha yetkin ve daha üretken olurlar. Bunun bir uzantısı olarak da, iş piyasasında talep görürler ve kazançları daha yüksek olur. Eğer A üniversitesi B üniversitesinden bilim kalitesi olarak daha ileride ise, A üniversitesinin mezunu B üniversitesi mezununa göre daha kolay iş bulacak, maaşı daha fazla olacak ve iş piyasasındaki rekabette ayakta kalması daha kolay olacaktır.

Üniversitelerin kalitelerini yükseltmeleri için kendi konularında uzman, dünya bilim piyasasında rekabet edebilen (araştırma sonuçlarını uluslararası hakemli bilimsel dergilerde yayınlayabilen) bilim insanlarını kadrolarına transfer edebilmeleri ve bu kişilere araştırma yapabilecekleri ortamı (laboratuvarlar, bilgisayar donanımları, araştırma fonları, vs.) sunmaları gerekir.   Bu pahalı bir üretimdir.

Örneğin, 3,500 öğrencisi olan Sabancı Üniversitesi’nin yıllık bütçesi 120 milyon TL civarındadır. Bu demektir ki, Sabancı Üniversitesi’nde yılda öğrenci başına 33,000 TL harcanmaktadır. Bu 120 milyon TL’lık bütçe, üniversitenin araştırma ve eğitim masraflarını tam olarak karşılayamadığı için, ortaya çıkan bütçe açığı vakıf ve şahıs bağışları ve üniversite dışından alınan proje gelirleri ile desteklenmektedir. Diğer bir deyişle Sabancı Üniversitesi’nde üretilen bilginin ve bunun öğrenciye aktarılmasının maliyeti öğrenci başına her yıl 40,000 TL civarındadır. Bu rakam Koç ve Bilkent gibi nisbeten kaliteli diğer özel üniversitelerde de bu civardadır.

Öte yandan, devlet üniversitelerinin çoğu son derece yetersiz bütçelerle çalışmakta, ve bu sebeple de kadrolarındaki akademisyenlerin kaliteleri ve öğrencilerinin eğitim düzeyi yükselememektedir. 40,000 öğrencili Ankara Üniversitesi’nde öğrenci başına bütçe 15,000 TL; yine 40,000 öğrencisi olan Celal Bayar Üniversitesi’nde öğrenci başına bütçe sadece 6,000 TL’dır. Bu derece düşük harcama ile kaliteli eğitim vermek mümkün değildir.  Türkiye’nin “isimli” üniversitelerinden mezun olan öğrencilerin bile dünya piyasasında rekabet etmeleri zor iken, akademik kalitesi zayıf üniversitelerden mezun öğrencileri daha büyük zorluklar beklemektedir.

Türk hükümetlerinin devlet üniversitelerinin kalitelerini yükseltmek amacına yönelik planı yoktur. Devlet üniversitelerinin kalitelerini artırmaya yönelik kaynağın bir kısmı MEZUNLARDAN gelmelidir.

Üniversite Mezunu’nun Durumu

Üniversite eğitimi almak, bireylerin kendilerine yaptıkları bir ekonomik yatırımdır. Türkiye’de üniversite mezunları, lise mezunlarına oranla, iş hayatları boyunca ortalama olarak toplam 600,000 TL daha fazla gelir elde ederler.

Devlet üniversiteleri ücretsizdir. Diğer bir deyişle, vergi veren vatandaşlar devlet üniversitelerinde okuyan her öğrenci adına, bu okulların üretim maliyetini karşılamak üzere, yaklaşık toplam 100,000 TL ödemektedirler.  Bunun anlamı, halk tarafından başka şekillerde kullanılabilecek olan bu paranın (yol yapımı, memur maaşlarının artırılması, bütçe açığının kapatılması, vs.) üniversitede okuyan bireyi “desteklemek” için kullanılmış olmasıdır. (Bu durumun yanlışlığını anlatan yazı burada)

Buna rağmen, üniversiteden mezun olan bireyler, vergi veren vatandaşların kendilerine vermiş olduğu bu yatırım sermayesini geri ödemeyi düşünmezler.

Bunun en az iki sebebi vardır.

  • Üniversite mezunu birey, toplumun onun adına okul parasını ödemiş olduğunun farkında değildir. Bunun nedeni, Türkiye’de “devlet”in sonsuz kaynağa sahip olduğunun ve devlet bütçesinin dipsiz kuyu olduğunun düşünülmesi, ve bireylerin devletten kendilerine kaynak aktarılmasının bir hak olduğunu düşünmeleridir.
  • Devletin ekonomideki payının yüksek, ve yolsuzluğun fazla olduğu toplumlarda bireyler, bu yolsuzluk ortamında kendilerine “pastadan bir pay” alma çabası içine girerler. Birçok kesimin devlet tarafından sebebi ekonomik olarak açıklanamaz bir şekilde desteklendiği ve ekonomik kuralların adil ve şeffaf olmadığı bir düzende, her bireyin kendi çıkarını düşünerek “devlet”ten (toplanan vergilerden) olabildiğince pay kapmaya çalışması normaldir.

Vergi veren vatandaşların desteği ile para vermeden eğitim alan üniversite mezunlarının toplumun kendilerine yapmış olduğu bu yatırımı geri ödeme yükümlülüğü hukuken yoktur.

Buna rağmen, üniversite eğitimi sayesinde hayat boyu elde edeceği gelir toplamını en az ikiye katlayan bir kişinin, bu artan kazancının bir kısmını kendisine parasız eğitim veren üniversiteye (ve dolayısıyla vergi veren vatandaşa) geri ödemesinde KENDİSİ açısından fayda vardır.

MEZUN OLUNAN ÜNİVERSİTEYE BAĞIŞ YAPMANIN FAYDASI NEDİR?

Mezun olunan üniversiteye mali destek vermek, o üniversitenin kalitesini ve dolayısıyla İTİBARINI ve MARKA DEĞERİNİ yükselttiği için, bu mali desteğin mezuna ekonomik getirisi vardır. Bir üniversitenin kalitesinin ve itibarının yükselmesinin, yıllar önce mezun olmuş kişilere bile — o üniversite ile bağlantılı oldukları için– maddi faydası vardır.  Dolayısıyla, mezun olunan üniversiteye mali yardımda bulunmak, “borç ödemenin” ötesinde, diplomanın değerini yükselterek mezun olan kişiye de fayda sağlar.

ABD’de üniversiteler paralıdır ve okul ücretleri çok yüksek meblağları bulur (en iyi özel universitelerde dört yıl eğitim almanın maliyeti 250,000 dolara kadar çıkar). Buna rağmen, üniversite mezunları, mezun oldukları okullara önemli miktarlarda bağış yaparlar. Sadece 2014 yılında ABD’de şahısların üniversitelere yaptıkları bağış miktarı 38 MİLYAR dolardır. Amerika’nın gelir düzeyinin, 320 milyon nüfusunun, ve yaklaşık her üç yetişkinden birisinin üniversite mezunu olmasının bu rakamda etkisi varsa da, bu neresinden bakılırsa bakılsın yüksek bir rakamdır.

Türkiye’deki yaklaşık 6 milyon üniversite mezununun 4 milyonu mezun oldukları okula yılda 500 TL bağış yapsa, 2 MILYAR TL bağış oluşur. Bu da Celal Bayar Üniversitesi bütçesinin 10 katı, Sabancı Üniversitesi bütçesinin 16 katı, Türkiye’deki devlet üniversitelerinin toplam bütçelerinin %30’una denk bir rakamdır. 

PARAYI VERELİM DE ÇALSINLAR MI?

Yolsuzluğun yüksek olduğu ülkelerde sisteme güven eksikliği vardır ve bu da ülkenin ekonomik potensiyelini etkiler. Üniversite’ye bağış konusunda da aynı sorun ortaya çıkacaktır. Bağış yapmayı düşünen insanların aklında, yapılacak bağışların yolsuzluğa-hırsızlığa kurban gidip gitmeyeceği haklı bir soru işareti olabilir. Fakat bu problemin çözümü kolaydır.  Örneğin, yapılan bağışların listelenip bir web sitesi üzerinden ilan edilmesi ve yapılan her harcamanın herkes tarafından kolayca denetlenebileceği şeffaf bir mekanizma yaratarak bağışta bulunanların güvenlerinin kazanılması zor değildir. İnsanlara güven verecek bir bağış sistemini yaratmak üniversite yöneticilerinin görevidir.

KABAHAT VERMEYENDE DEĞİL, ALMASINI BİLMEYENDE

Üniversite mezunları, mezun oldukları okulu desteklemek isteseler bile, bu bağışları gerçekleştirmek üniversite yönetimlerinin, rektör ve dekanların görevidir. Fakat Türk üniversitelerinin yöneticileri, bağış toplama organizasyonu konusunda çoğunlukla bilgisiz ve deneyimsizdirler. Mezun kitlesinden üniversiteye sağlanacak desteğin önemini hisseden rektörler bile, bu işin nasıl yapılacağından habersizdirler. Mezunları heyecanlandırıp harekete geçirmek profesyonel bir kadro işidir. Bir örnek vermek gerekirse, ABD’de üniversitelerin “bağış toplama” bölümleri vardır ve burada çalışan ekonomistler, istatistikçiler ve psikologlar bilimsel metodlar kullanarak, hangi mezuna (yaşına, cinsiyetine, gelirine, mesleğine, ilgi alanına vs. göre) nasıl yaklaşılır ve hangi metodla ne kadar bağış istenir sorusunun cevabını çoktan vermiş durumdadırlar.   Örneğin, o üniversiteden yeni mezun olmuş genç insanlardan email ve telefon bağlantısı ile mütevazi miktarlarda para bağışı istenirken, maddi durumu kuvvetli olan eski mezunların üzerine üniversitenin ağır topları ile (tanınmış profesörler, dekanlar ve rektör) ile gidilip, daha etkileyici silahlarla (yemek davetleri, vs) yüksek miktarlarda bağış alınmaktadır. Astronomik bağış yapabilecek zengin insanları kalıcı olarak onurlandırmak için onların isimleri binalara, dersliklere, laboratuvarlara, kütüphanelere verilir.

PARA İLE KALİTE ARTAR MI?

Üniversitelerin kalitelerini yükseltmelerinin gerekli şartı kaynaklarının artmasıdır. Dolayısıyla, mezunların kendi üniversitelerini maddi açıdan desteklemeleri önemlidir. Öte yandan, üniversite kaynaklarının artması, kalite artışının garantisi değildir. Kaynakları etkili biçimde kullanmakla yükümlü yönetici kadro (dekanlar ve üniversitenin CEO’su olan rektör) kaynak artışına rağmen üniversitenin kalitesini yükseltmeyi başaramayabilir. Bu durumda sorumluluk yönetici kadrodadır ve değişmesi gerekir.   Örneğin, sıralamada 30. olan bir üniversite, mezunlarının bağışları sonucunda oluşan ciddi kaynak akışına rağmen bilime katkısını ve dolayısıyla akademik sıralamadaki yerini 30un üzerine çıkaramamış ve mezunlarının piyasadaki başarısını değiştirememiş ise, yönetici kadronun değiştirilmesi gerekir. Türkiye’de devlet üniversitelerinin rektörleri devlet tarafından atama şekliyle göreve getirilseler de, üniversitelerine önemli derecede bağış yapan mezunların, bir baskı grubu olarak, başarısız bir rektörü ve yönetim kadrosunu değiştirmek konusunda ağırlığı olur.

Sonuç olarak, üniversite mezunlarının hem kendileri için, hem onların eğitimini sağlayan toplum için, hem de gelecek kuşakların uluslararası rekabet şansını artırmak için yapacakları çok pratik bir proje, mezun oldukları üniversitelere “aldıklarının bir kısmını geri vermeleridir.”

Üniversite yönetimleri bu projeyi başlatacak ileri görüşlülükte değilse, projede ısrar etme sorumluluğu mezunların üzerindedir.

Twitter: @NaciMocan

TV Programlarında Bağırıp-Çağırmak ile Ekonomik Gelişmenin İlişkisi Nedir?

Bilimsel ekonomik analizin ortaya koyduğu temel sonuçlardan biri, rekabetin toplumun ekonomik refahına olan olumlu etkisidir. Firmaların birbirleriyle rekabet etmeleri, üretilen malın fiyatının düşmesine, kalitesinin artmasına ve dolayısıyla tüketici refahının yükselmesine sebep olur. Bireylerin birbirleri ile rekabetleri, işgücünün üretkenliğinin artmasına, aynı miktarda emek ile daha fazla üretim yapılmasına ve üretim maliyetlerinin düşmesine sebep olur.

Her sektörde (bankacılıktan eğitime, sanayiden turizme kadar) bireyler ve firmalar arasındaki serbest rekabeti sağlayacak yasal ortamı yaratmak ve daha üretken olan kişi ve kuruluşların bu üretkenliklerinin karşılığını alabilecekleri piyasa düzenlemelerini sağlamak, modern ekonomik sistemlerin temel şartlarından biridir.

Bireyler ve firmalar arasında rekabetin olmadığı toplumların refah seviyesi yükselmez. Diğer bir deyişle, piyasalarında rekabet yerine monopolün (tekelin) hakim olduğu ülkelerde insanların refah seviyesi daha düşüktür. Örneğin, bir çok bilgisayar firmasının rekabet ettiği bir piyasada bu firmalardan biri diğerlerini satın alarak rekabeti ortadan kaldırır ve tek satıcı (monopol) haline gelirse, bunun kaçınılmaz sonucu bilgisayar fiyatının artması ve tüketici tarafından satın alınan bilgisayar miktarının düşmesidir. Bu durum piyasada tekel durumuna gelmiş olan firmanin lehine, ve tüketicinin aleyhinedir.

Fakat, rekabetin ortadan kalkıp piyasanın tekelleşmesi sonucunda toplumun esas kaybı bilgisayarı daha yüksek fiyattan satın almak zorunda kalan tüketici değildir. Esas problem, piyasa tekelleştiği durumda oluşan bilgisayar fiyatının serbest rekabet durumunda ortaya çıkan fiyatın üzerinde olmasından dolayı bilgisayar satın almaktan vazgeçen insan sayısı, ve bu yüzden azalan ekonomik harekettir.

Diğer bir deyişle, bilgisayar piyasası monopol haline gelir ve bunun sonucu olarak bilgisayar fiatları 1,000 TL artarsa, bu durumda yine de bilgisayar satın alan bir insanın refahı düşer, fakat bu düşüş, bilgisayar satıcısı firmanın refahındaki artışa eşit olur.  Tüketici Ahmet Bey’in kaybı, üretici Mehmet Bey’in kazancı olmuştur. (Bu durumun gelir dağılımına etkisi olmakla beraber, kaybeden de kazanan da bu toplumda olduğu için, bunun toplam refaha etkisi yoktur.) Öte yandan, fiyatın 1,000 TL artmasından dolayı bilgisayar alamayacak duruma gelen tüketicinin refahındaki azalmayı telafi etmenin yolu yoktur. Toplumun esas kaybı budur.

Ekonomik modeller göstermektedir ki, her piyasanın monopolleşmeye gitme eğilimi vardır. Piyasada monopol durumunda olan firma, bu tekel avantajını kaybetmemek için başka firmaların rekabet amacı ile o piyasaya girme çabalarına engel olmak ister. Bu yüzden, gelişmiş ülkelerde büyük firmaların diğer firmaları satın alma yolundaki hareketleri ve böylesi muhtemel bir satışın piyasayı tekelleşmeye götürme eğilimi adalet bakanlıklarında çalışan düzinelerce ekonomistin araştırma konusudur. Bu analizler sonucunda, firmaların ortaklık ve birleşme tekliflerinin ne ölçüde tekelleşme yaratacağı ve bunun toplum refahına etkisi bilimsel olarak gösterilmeden adalet bakanlıkları bu satışlara onay vermez. Diğer bir deyişle, piyasalarda serbet rekabet ortamının sağlanması ve sürekliliği için çaba gösterilir.

TV’de Bağırmalar, Fikir Tekeli ve Haksız Rekabet

Yukarıda bahsedildiği üzere, ekonominin ürettiği mal ve hizmetler düşünülünce, tekelin (tek üreticinin) toplum refahına olumsuz etki yaptığını görmek zor değildir. Öte yandan, toplumun ekonomik refahını etkileyen, fakat farkına varılması daha zor olan başka tekelleşme eğilimleri de vardır. Bunların en önemli ve toplum refahı açısından en etkili olanlarından biri “fikir tekeli” dir.

Türkiye’de TV kanallarındaki siyaset ve spor programlarının en belirgin özelliği, konuşmacıların hepsinin aynı anda konuşmaya çalışmaları ve bu konuşmaların kısa sürede bağırış şekline dönüşmesidir.   Bu programların amacı “tartışmak” ve değişik görüş açılarını ortaya koyarak değerlendirmek olduğuna göre, asıl olan “fikirlerin rekabeti” sonucunda daha doğru düşünceyi ortaya çıkarmaktır. Diğer bir deyişle, TV’deki bir siyaset programına katılan konuşmacılar aslında fikir rekabeti yaparak kendi fikirlerini pazarlama yarışı içindedirler. Farklı fikir ve düşüncelerin sırayla ortaya konulduğu ve yine sırayla tartışıldığı bir ortamda iyi ve kötü fikirlerin değerlendirilmesi kolaydır.

Türkiye’deki TV programlarında olan durum ise, konuşmacıların kendilerini monopol durumuna getirerek diğer konuşmacıların “piyasaya girmelerine” engel olmaya çalışmalarıdır. Bunun yolu da rakip konuşmacıların sözünü kesmek, ve bağırış-çağırış içinde sadece kendi fikrinin duyulmasını sağlamaya çalışmaktır.

Diğer bir deyişle, kendi fikrinin kalitesine güvenmeyen konuşmacı rakibini (karşısındaki konuşmacıyı) susturmaya, onun konuşma hakkını elinden almaya, “serbest ve adil rekabet” şartlarını ortadan kaldırarak fikir piyasasını kendi tekeli haline getirmeye çalışmaktadır.

Türkiye’de “Fikir piyasasını monopolleştirme” eğilimini sadece televizyon programlarında konuk olan konuşmacılarda değil, devletin davranışlarında da görmek mümkündür. İnsanları susturmak ve yeni fikirlerin ortaya çıkarak “fikir rekabeti” yapmasına engel olmak tavrının en belirgin örneği, Türkiye’de vatandaşların fikirlerini belirttikleri Facebook ve Twitter hesaplarını devletin kapatma çabalarıdır.

Sansur(Kaynak: http://www.statista.com/chart/3217/twitter-content-removal-requests/)

Grafikte görüldüğü üzere Twitter içeriğini engelleme isteğinde Türkiye Rusya’nin bile önünde, açık ara Dünya Birincisi (!) dir.

Bu hareket, TV programlarında daha yüksek sesle bağırarak diğer konuşmacının fikrini örtbas etmeye çalışan konuşmacı tavrının benzeridir.

Anlaşılması gereken husus ise, mal ve hizmet piyasalarında olduğu gibi, fikir piyasasında da serbest rekabetin insan refahını yükselttiğidir. Yeni fikirlere ve düşüncelere açık olan toplumlar, daha yüksek oranda girişimci ve yaratıcı bireyler ortaya çıkarırlar, bilimsel metodu daha kolay adapte ederler, ve ekonomik ve sosyal açıdan daha hızlı gelişirler. Öte yandan, yeni fikirlerin ve “değişik” görüş açılarının ortaya çıkmasından rahatsız olan, bu yeni fikirlerin diğerleriyle rekabet etmesine izin vermeyen toplumlar, uzun vadede yeni fikir üretemez ve dünyayı iki adım geriden takip eder duruma düşerler.

Tabii ki, yeni fikir ve düşüncelerin hepsi iyi ve değerli olamaz. Bu fikirlerin bir kısmı çok kötü, bilim ve mantığın dışında, hatta bazısı insan onurunu zedeleyici bile olabilir. Fakat “iyi” ve “faydalı” fikirleri diğerlerinden ayırmanın tek yolu, her fikrin “serbest rekabet” yapısı içinde “piyasaya” çıkıp tartışılmasıdır. Ekonomik, bilimsel ve sosyal ilerleme, “yanlış olduğu düşünülen” fikirlerin örtbas edilmesi ile değil, tam tersine her fikrin tartışılıp değerlendirilmesi ile oluşur.

Türkiye’de fikirlerin serbestçe rekabet edebilecekleri bir ortamı yaratmak politikacıların çıkarlarına ters düşebilir. O yüzden, bireylerin sorumluluğu, değişimi kendilerinden başlatmak ve “fikir piyasasında fırsat eşitliği ve tam rekabet” talep etmektir.

Günlük yaşamın içinde “diğer fikirlere” söz hakkı vermek, “Su küçüğün, söz büyüğündür” gibi fikir rekabetini kısıtlayan köhne yaklaşımlara destek vermeden,  herkesin kendi fikrini (hoşa gitsin ya da gitmesin) serbestçe belirtebileceği ve bu fikirlerin tartışılıp en iyilerinin ortaya çıkarılacağı yeni bir kültür oluşumunun öncülüğünü yapmak, kendi davranışlarımızla topluma örnek olarak değişimi aşağıdan-kökten başlatmak, Türkiye’nin ekonomik gelişmesi için gerekli sosyal altyapısını düzenlemenin başlangıç noktalarından biridir.

Twitter: @NaciMocan