admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Üniversite Kalitesi Nasıl Ölçülür?

Üniversitelerde verilen eğitimin kalitesini etkileyen faktörler içinde en önemlisi öğretim üyelerinin kalitesidir. Öğretim üyelerinin kaliteleri ise, onların ünvanları ile değil, bilgi düzeyleri ve kendi alanlarında bilime yaptıkları katkı ile ölçülür.

Üniversitelerin ana görevi yeni bilgi üretmektir.  Üniversite öğretim üyesi, bir konuyu kitaptan okuyarak sınıfta öğrencilerine anlatan insan demek değildir.  Öğretim üyesi, bilimin sınırlarını ilerleten araştırmalar yapan, bu bilimsel çalışmaları uluslararası akademik dergilerde yayınlanan ve yaratılmasında kendisinin de payı olan en son bilimsel bulguları öğrencilerine aktaran insandır.  Dolayısı ile böyle bir bilim insanından ders alan üniversite öğrencisi, en son bilimsel metodları ve en yeni bilgileri kaynağından öğrenmiş olur.

Üniversite öğretim üyelerinin bilgi ve uzmanlık kalitelerinin en önemli göstergesi, bu insanların kendi dallarında dünya bilim literatürüne yapmış oldukları katkılardır. Bu katkılar, bilim insanlarının yaptıkları araştırmalar sonucunda ortaya çıkardıkları yeni bilgilerin önemi ve yoğunluğu ile ölçülür. Bunun ölçüsü ise, öğretim üyelerinin uluslararası hakemli akademik dergilerde yayınladıkları bilimsel makalelerin miktarı ve kalitesidir.

İkinci  önemli gösterge, bilim insanının yaptığı yayınların aynı konu üzerinde çalışan diğer bilim insanları tarafından ne derece önemsenip dikkate alındığıdır. Bunun ölçüsü ise, yayınlanan bir makaleye başka bilim insanları tarafından daha sonraki tarihlerde yazılan makalelerde ne kadar atıf yapıldığıdır.  Örneğin Dr. Ahmet ve Dr. Mehmet yaptıkları araştırmaların sonuçlarını aynı yıl uluslararası akademik bir dergide yayınlamış olsunlar. Bu, onların kendi konularına hakim oldukları ve o konuda yeni bilimsel bilgi üretecek kadar kapsamlı oldukları hakkında bir göstergedir. Bu makaleler basıldıktan birkaç yıl sonra, Dr. Ahmet’in makalesinde yer alan bulgulara atıf yapan 2 başka makale basılmış olsun. Öte yandan, Dr. Mehmet’in makalesinde ortaya sunduğu yeni bilgileri kullanan ve onlara atıf yapan 20 makale basılmış olsun.  Bu durum, Dr. Mehmet’in keşfettiği ya da ortaya çıkardığı yeni bulguların bilim dünyasınca daha önemli bulunmuş olduğu anlamına gelir.

Dünyanın her yerinde bilim insanlarının kaliteleri yapmış oldukları uluslararası akademik yayınlar ve bu yayınlara yapılan atıflar ile ölçülür.  Bu kriterler belli olduğu için, öğretim üyesinin kalitesini (kendi alanında uluslarası düzeyde bilgi sahibi olup olmadığını) ölçmek zor değildir. Bu ölçümü yapan organlar zaten var olduğu için, önemli olan nereye bakılması gerektiğinin bilinmesidir. Bu konuda çok faydalı ve kullanması son derece kolay olan bir alet, scholar.google.com web sitesidir.

Google’ın bir uzantısı olan scholar.google.com sosyolojiden mühendisliğe, felsefeden ekonomiye kadar, konuları ne olursa olsun dünyanın bütün bilim insanlarının yaptıkları yayınları derleyen ve bu yayınlara yapılan atıfları hesaplayan bir sitedir.

Üniversite Kalitesi Ölçme Rehberi: Akademik Yayınlar

Bir üniversitenin herhangi bir bölümünün bilimsel kalitesini ölçmek için yapılması gereken:

  • O bölümün web sitesine giderek öğretim üyelerinin ad ve soyadlarını bir liste halinde yazın. Her öğretim üyesinin durumunu ayrı ayrı inceleyeceksiniz.
  • Internette scholar.google.com adresine gidin.
  • Önünüze çıkan pencereye öğretim üyesinin adını ve soyadını girin. Googlescholar size bu kişinin yapmış olduğu yayınların isimlerini, nerelerde yayınlanmış olduklarını ve kaç adet atıf (citation) aldıklarını gösterecektir.

1) Makalenin başlığı 1. satırda görünür.

2) Makalenin yazarları, makalenin hangi yılda ve nerede basıldıği 2. satırda görünür.

3) Onun altındaki paragrafta makalenin özeti vardır.

4) En alt satırda ise makaleye yapılan atıf sayısı görülür. Makaleye yapılan atıf sayısı, “Cited by” sözcüklerinden sonraki rakamdır.

Önemli noktalar:

  • İsim karışıklığına dikkat etmek gerekir.  Aynı isimli birden fazla bilim insanı mevcut olabilir.  Ayrıca, birden fazla  yazarı olan makalelere dikkat etmek gerekir. Örneğin Mehmet Arslan adlı kişinin yaptığı çalışmaları arıyorsanız, scholar.google.com size Mehmet Kaplan ve Ahmet Arslan adlı iki bilim insanının birlikte yazdıkları makaleleri de de ortaya çıkaracaktır. İsimleri scholar.google.com’a yazarken “tırnak” içine almak yararlı olsa da, bulunan makalelerin sizin aradığınız bilim insanının ait olup olmadığına dikkat etmek gerekir.
  • Scholar.google.com’un listesi ortaya çıktıktan sonra Türkçe makaleleri, ve İngilizce yazılmış fakat Türk dergilerinde basılmış makaleleri ihmal edin. Bunların bilimsel önemi yoktur. Bunun örnekleri Türk üniversitelerinin ve bankaların çıkardıkları dergilerdir. Bu makaleleri elimine edin. Türkiye hakkında yazılmış makaleler içinde bile, bilimsel değeri olanlar çok özel durumlar haricinde uluslararası hakemli bilimsel dergilerde İngilizce basılırlar.
  • Danışmalık raporu, internet yazısı vs. şeklinde yazılmış yazıların bilimsel değeri yoktur. Elimine edin.
  • Makale, scholar.google.com’da görünse bile, hangi uluslararası dergide basıldığı belli değilse, ihmal edin.
  • Geriye kalan makaleler, bu kişinin bilgisinin ve bilime yaptığı katkının göstergesidir.
  • Bu makalelerin altındaki atıf sayıları (Cited by), bu katkıların diğer bilim insanları tarafından ne derece dikkate alındığının göstergesidir.
  • Unutmamak gerekir ki, doktorasını yeni almış bir Yardımcı Doçent ile, uzun yıllardır araştırma yapan bir Profesörün makale ve atıf sayıları farklı olacaktır.
  • Bazı araştırmalar bir ya da iki araştırmacı tarafından yapılırlar ve dolayısıyla bu makalelerin bir ya da iki yazarı olur. Bazı akademik makalelerde ise yazar sayısı çok daha fazla olabilir. Makaleye yapılan atıf sayısını o makalenin yazar sayısı ile oranlamak mantıklıdır.
  • Bilimsel makale basma yoğunluğu bilim insanının bölümüne göre değişir. Örneğin, biyoloji ve kimya gibi laboratuvar yoğunluğu olan bölümlerde laboratuvarlarda gruplar halinde yapılan deneylerden bir konuda çok sayıda makale üretilebilirken, bu durum sosyal bilimlerde mümkün değildir. Dolayısıyla, iki bilim insanının makale sayısını karşılaştırırken bunların aynı bilim dalında olmalarına dikkat etmek önemlidir (bir fizikçinin makale sayısı ile bir sosyoloğun makale sayısı karşılaştırılamaz).
  • Son ve önemli bir nokta ise, makalelerin basıldıkları dergilerin önem sıralamasıdır. Her bilim dalında bazı dergiler önemli ve çığır açan araştırmaların basıldığı yerlerdir. Yine her alanda, daha alt düzeyde, ve daha az önemli makaleleri basan dergiler vardır. Bu nedenle, uluslararası dergilerde basılmış da olsalar, bilime yapılan katkının önemi açısından her makalenin kalitesi diğerine eşit değildir. Üst düzey akademik dergilerde makale basmak daha önemli bir başarıdır bilim insanı açısından. Hangi akademik derginin daha prestijli olduğunu anlamak için o bilim alanının akademik dergilerinin kalite sıralamasına dikkat etmek gerekir. Burada çetrefilli durumlar ortaya çıkabilir. Örneğin, Dr. Ali’nin en önemli akademik dergilerden birinde basılmış bir makalesi olsun, fakat bu makale sadece 20 adet ithaf almış olsun. Öte yandan Dr. Veli’nin üçüncü sınıf bir akademik dergide basılmış makalesi 200 ithaf almış olsun. Diğer bir deyişle, Dr. Ali’nin makalesi önemli ve prestijli bir dergide basılmış olmasına rağmen, Dr. Veli’nin daha mütevazi bir dergide basılmış olan makalesi bilim dünyasının ilgisini daha çok çekmiştir.  Bu durumda, makalelerin kendilerini okuyup fikir sahibi olmadan Dr. Ali ile Dr. Veli’yi sıralamak biraz güç olabilir.  Fakat bu detay şimdilik göz ardı edilebilir.        Türkiye için birinci derecede önemli mesele, üniversite öğretim üyelerinin kendi konularında uzman olmaları, konularındaki bilimsel gelişmeleri yakından takip etmekle kalmayıp, bilimin sınırlarını ilerleten yeni ve özgün araştırmalar yapmaları ve bilime yaptıkları  bu katkıları uluslararası akademik dergilerde (bu dergiler mütevazi bile olsa) yayınlayabilmeleridir.

scholar.google.com vasıtası ile kolayca yapılabilecek bu analiz sonucunda her üniversitenin her bölümündeki her öğretim üyesinin yaklaşık kalite düzeyini, ve dolayısıyla bölümlerin kalite düzeylerini ortaya çıkarabilir ve değişik üniversitelerin bölümlerini karşılaştırabilirsiniz.

Twitter: @NaciMocan

 

Kaliteli Eğitim Neden Talep Edilmez?

Satıcılar, sattıkları malın gerçek kalitesini bilirler. Fakat bazı piyasalarda alıcıların satın almayı düşündükleri mal ve hizmetlerin kalite düzeylerini gözlemlemeleri mümkün olmayabilir. Diğer bir deyişle, malın kalitesi hakkında alıcı ile satıcı arasında bilgi asimetrisi olabilir.

Örnek olarak, diyelim ki ikinci el otomobil almaya karar verdiniz. Piyasada beğendiğiniz model otomobilden görünüş olarak birbirine benzeyen 10 adet satılık araç olsun. Bu araçların fiyatları birbirlerinden farklı, fakat alıcı olarak sizin bu araçlar arasındaki kalite farkını ayırt etmeniz mümkün olmasın.  Bu durumda alıcılar nasıl davranır, satıcılar nasıl davranır ve piyasada nasıl bir denge oluşur?

Ekonomist George Akerlof’a 2001 yılında Nobel Ödülü getiren bilimsel çalışmalar göstermiştir ki malın kalitesi hakkında alıcı ile satıcı arasında bilgi asimetrisi olan piyasalarda, kaliteli ürünlere talep olması mümkün değildir. Akerlof ve diğer ekonomistlerin matematiksel modellerle ispat ettiği bu dengenin oluşma nedeni basittir. Bu tip piyasalarda alıcılar satın almayı planladıkları ürünün kalitesini değerlendiremedikleri için, birbirine benzeyen ürünler içinde daha pahalı olanı almaktan kaçınırlar; bu nedenle daha pahalı olan ürüne talep olmaz. Dolayısıyla, fiyatı daha yüksek (ve kalitesi de daha yüksek ) olan ürünler piyasadan çekilmek zorunda kalırlar. Sonuçta piyasayı düşük kaliteli ve düşük fiyatlı ürünler doldurur. Akerlof’un tabiri ile, piyasa ”çürük limonlar” piyasası haline dönüşür.

Burada önemli olan nokta şudur: Kaliteli ürün satın almak isteyenler bile fiyatı daha yüksek olan malı almaya teşvik edilemezler, çünkü alıcı açısından farklı ürünlerin kalite farklılıklarını ayırt etmenin yolu yoktur. Yukardaki araba örneğinde, dış güzelliği (kaporta vs.) birbirine benzeyen otomobillerin motor kaliteleri birbirinden farklı olduğu halde, alıcı bu kalite farkını göremezse, fiyatı daha fazla olan otomobili tercih etmeyecektir.

Piyasadaki 10 otomobilin satıcıları birbirleriyle rekabet halinde olsalar bile, kalitesi daha iyi olan ve daha pahalı otomobillerin satıcıları mallarının kaliteleri hakkında alıcıya inandırıcı sinyaller veremedikleri sürece, yüksek kaliteli malların alıcı bulması mümkün değildir.

Bu durum, üniversitelerin birinci sınıfında ekonomi derslerinde öğretilen ve aslında çok az sayıda piyasada geçerli olan “tam rekabetilkesinin çökmesinin bir örneğidir.

Satıcı ile alıcı arasındaki bilgi asimetrisinden dolayı çöken piyasaların örnekleri çoktur. Bunların en önemlilerinden biri “Eğitim piyasası” dır. Örneğin, son yıllarda yapılan akademik çalışmalardan biri, okul öncesi eğitim piyasasının bu şekilde bilgi asimetrisinden muzdarip “çürük limon” piyasası olduğunu göstermiştir.

Bu araştırmada okul öncesi (ana okulu) eğitim kurumları piyasası analiz edilmiştir.  Çocuklarını okul öncesi eğitim kurumlarına yazdırmak isteyen anne-babaların önünde fiyat açısından birbirinden farklı alternatif okullar vardır. Anne ve babalar çocukları için yüksek kaliteli eğitim arzu etseler bile, okullar arasındaki kalite farkını ayırt edemedikleri için, çocuklarını daha pahalı okula yollamaktan kaçınırlar. Bu durumda okulların kaliteli (ve daha pahalı) eğitim vermelerinin ekonomik mantığı yoktur. Kaliteli eğitimin üretilmesi okul açısından masraflı olduğundan, ve alıcılar kalite belirsizliği nedeniyle yüksek fiyatlı okullardan uzak durdukları için, okulların bu piyasada yüksek kaliteli eğitim üretme motivasyonları olmaz. Sonuç olarak piyasa düşük kaliteli okullar tarafından ele geçirilir.

Piyasanın Bu Şekilde Çökmesine Engel Olmanın Yolu Nedir?

Alıcı tarafından kaliteye talep olmasına rağmen piyasanın alıcı ile kaliteli ürün satıcısını bir araya getirememesi sebebiyle ortaya çıkan bu sorunun çözümü, problemin temelinde yatan “bilgi asimetrisi”ne çare bulmaktan geçer.

Bazı durumlarda üreticiler mallarının kalitesi konusunda inandırıcı sinyalleri tüketicilere kendileri ulaştırabilirler. Bunun bir örneği “Garanti Belgesi” dir. Benzerlerinden daha yüksek fiyatlı bir malın kalitesinin de daha yüksek olduğunun bir göstergesi, satıcının o malın kalitesini “garanti etmesi” ve alıcıyı kalite hakkındaki şikayetlerin tatmin edileceğine inandırması ile olur. Bunun çok kullanılan bir örneği bazı malların kırılma/bozulmaya karşı satıcı tarafından belli bir süre bedelsiz yenilenmesi taahhüdüdür.

Fakat “Garanti Taahhütü”nü her mal ve hizmet için gerçekleştirmek zordur. Örneğin, fabrikadan yeni çıkmış sıfır kilometrede otomobiller için garanti taahhütü yapılabilir, fakat ikinci el otomobiller için bu taahhüdün yapılması zordur. Aynı şekilde, garanti taahhüdünün hizmet piyasalarında uygulanması zordur.

Satıcı ile alıcı arasındaki bilgi asimetrisinden dolayı oluşan bu problemin daha geniş kapsamlı bir çözümü, mal veya hizmetin kalitesi konusundaki bilginin alıcıya bir üçüncü şahıs tarafından verilmesidir. Bu üçüncü şahıs, devlet ya da özel sektör olabilir.

Yukarda bahsedilen okul öncesi eğitim kalitesi hakkındaki bilgi asimetrisi problemine önerilen (ve bu öneriden sonra Amerika’da başarı ile uygulanan) çözüm, eğitim kurumlarının kalitelerinin bağımsız bir organ tarafından değerlendirilmesi ve bu bilginin halka ulaştırılmasıdır. Bu da, okulların öğrencilere verdikleri eğitimin kalitelerinin incelenip değerlendirilerek her okula verilen kalite puanının ilan edilmesi ve bu işlemin her yıl yenilenmesi ile olur.

Bu sistem sayesinde alıcılar birçok alternatif okulun kaliteleri hakkında bilgi sahibi olmakta ve daha kaliteli eğitim talep edenler bu talebin hangi okullar tarafından karşılanabileceğini görebilmektedirler. Öte yandan okullar bu sistem sayesinde kalitelerini alıcılara gösterebildikleri için, okulların kalitelerini artırmalarına imkân doğmuş olmaktadır.

Türkiye’nin Üniversite Piyasası

Türkiye’deki üniversite eğitimi yukarda bahsedilen “çürük limon” piyasasının bir örneğidir, çünkü üniversiteye girme çabası içinde olan öğrencilerin tercih etmeyi planladıkları üniversite ve bölümlerin kaliteleri hakkında gerçekçi fikirleri yoktur.  Üniversite öğrencileri, okudukları bölümün kalite düzeyinden büyük ölçüde habersiz oldukları ve kalitenin nasıl ölçüldüğünü bilmedikleri için, daha yüksek kaliteyi talep etme durumları yoktur. Bu nedenle, üniversitenin de üretim masraflarını artırarak kaliteyi yükseltme eğilimi yoktur.

Üniversite giriş puanları, kalitenin güvenilir göstergesi değildir, çünkü giriş puanları adı geçen üniversite ve bölüme olan talebin göstergesidir. Bu talep, üniversitelerin gerçek kaliteleri ile birlikte, o üniversiteler hakkında ortaya çıkmış olan imajdan etkilenir. Gerçek kalitenin öğrenci tarafından belirlenmesinin zor olduğu durumlarda, üniversitelerin kalite imajları, aslında kalite ile hiç ilgisi olmayan yöntemler vasıtası ile manipule edilebilirler. Örneğin üniversiteler reklamlar ile ve bazı öğretim üyelerinin medyada görünürlük sağlamaları sayesinde üniversitenin isim ve marka değerini oluşturmayı, ve bu isim aşinalığının öğrenciler tarafından kalite ile bağdaştırılacağını planlayabilirler. Bu ve benzeri yöntemlerle (yeni binalar, spor salonları vs) “kalite imajı” yaratılan ve aslında eğitim kalitesi düşük olan üniversitelerin giriş puanları yüksek olacaktır.

Uzun vadede, üniversitelerin kaliteleri iş piyasaları tarafından belirlenebilir. “A” üniversitesinin mühendislik fakültesinin uluslararası bilgi ve donanıma sahip öğretim üyelerinden oluştuğunu ve bu sayede “A” üniversitesinde mühendislik öğrencilerine üst düzeyde eğitim verildiğini düşünelim. Buna mukabil, “B” üniversitesi kalitesiz ve bilgisiz öğretim üyelerinden oluşmuş olsun. Bu iki üniversitenin öğrencilerinin kapasiteleri aynı olsa bile “A” üniversitesinden mezun olanlar daha bilgili ve daha üretken olacaklardır. İş piyasasında bu iki grup mezunla muhatap olan işverenler, mezunlar arasındaki üretkenlik farkını gördükten sonra, “A” üniversitesi mühendislik mezunlarını tercih edeceklerdir. Bunun sonucunda “A” üniversitesi mezunlarının iş bulma olanakları daha yüksek ve maaşları daha yüksek olacaktır. Bu durumu gözlemleyen lise mezunları iseA” üniversitesinin daha kaliteli eğitim verdiği sonucuna varacakları için “A” üniversitesine olan öğrenci talebi artacaktır.

Bu durum, iş piyasasının kaliteli ve kalitesiz üniversiteleri ayırmak açısından öğrencilere nasıl bilgi verdiğinin örneğidir. Fakat üniversite kalite sinyalinin bu şekilde işveren üzerinden öğrenciye ulaşması uzun yıllar alacak bir süreçtir ve özellikle yeni açılan üniversitelerin kalitelerinin bu şekilde belirlenebilmesi mümkün değildir.

Ayrıca, “işveren vasıtası ile kalite sinyalinin ortaya çıkarılması” her eğitim dalı için kolay değildir. Örneğin, üniversitelerin felsefe bölümlerinden mezun olan bireylere özel sektörde talep yoksa, “işverenin talebine dayanarak üniversitelerin felsefe bölümlerinin kalitesinin belirlenmesi” imkânsızdır.

Bu sebepler dolayısıyla, lise ve üniversite öğrencilerinin üniversitelerin kalitelerinin ölçülmesi konusunda fikir sahibi olmaları, kaliteli üniversitelere olan talebi artırmak ve bu sayede üniversiteleri eğitim kalitelerini yükseltmeye teşvik etmek açısından çok önemlidir. Bunun nasıl yapılacağını bir sonraki yazıda anlatacağım.

Twitter: @NaciMocan

FIRSAT MALİYETİ

Hükümet olarak, bir kasabanın yollarını yeniden yaptınız. Bu yol yapımının maliyeti nedir? Muhasebe hesabı ile maliyet, yol yapımında harcanan paraların toplamıdır.

Ekonomistler için ise, bu maliyetin yanında ve daha önemli olarak Fırsat Maliyeti‘nin düşünülmesi gerekir. “Fırsat maliyeti,” bir işi yaparken kaynakların o iş için harcanmasından dolayı yapılamayan diğer bir başka işin, ve dolayısıyla kaçırılan fırsatın değeridir.

Örneğin kasabaya yol yapımı için 6 milyon TL harcanmış ise, ve eğer bu 6 milyon TL ile o kasabaya 3 okul yapmak mümkün ise, yapılan yolların “fırsat maliyeti” bu 3 okulun yapılamamış olmasıdır.

Rasyonel bir yatırım kararı verebilmek için yol yapımından elde edilecek üretim, istihdam, gelir artışı ve sosyal faydaları hesaplamak ve bu rakamı yol yapımının fırsat maliyetini oluşturan alternatif yatırımdan elde edilecek fayda ile karşılaştırmak gerekir.

Hem Yol, Hem Okul Yaparız!!

Anlaşılması biraz çetrefilli olan konu, hem yolun hem de okulun neden yapılamayacağıdır.   Bunun sebebi, kaynakların sınırlı olmasıdır.   Diğer bir deyişle, kaynaklar kısıtlı olduğu için her davranışın ve verilen her kararın bir bedeli vardır. Bu bedel, o davranış sonucunda feragat edilmek zorunda kalınan diğer bir alternatiftir.

Dolayısıyla, yukarıdaki örnekte, hem yol hem okul yapmaya yeterli kaynak olmadığı için, bir projeyi uygulamak diğerinden vaz geçmek anlamına gelir ve vazgeçilen alternatif proje, yapılanın “fırsat maliyeti”ni oluşturur.

Diyelim haftasonu futbol maçına gitmeye karar verdiniz. Maça gidiş ve bilet paraları toplamı 150 TL olsun ve bu iş için gidis-geliş dahil 5 saat harcayacağınızı düşünelim. Öte yandan, patronunuz aynı saatler içinde işe gelip fazla mesai yapmanızı teklif etti diyelim, ve bu mesainin ücreti 100 TL olsun. Bu durumda, maça gitmenin fırsat maliyeti, elde edebileceğiniz, fakat feragat ettiğiniz 100 TL mesai ücretidir. Maça gitmenin gerçek maliyeti ise, cebinizden çıkan 150 TL ve feragat edilen 100 TL olmak üzere toplam 250 TL’sıdır.

Maliyetleri sırf “para” bazında düşünmemek gerekir. Televizyonda aynı anda bir spor programı ve bir film yayınlanıyorsa ve siz spor programını seyretmeye karar verdiyseniz, spor programını izlemenin fırsat maliyeti, filmi izleyememektir.

Bu temel ekonomik kavramların anlaşılması hem ülke yönetiminde, hem de bireylerin ülke ekonomisinin gidişini sorgulamasında çok önemlidir.

Çok basit bir iki örnek verelim. Herhangi bir işte çalışmayarak evde oturmanın “fırsat maliyeti,” çalışarak elde edilebilecek ücretten feragat etmektir. Dolayısıyla, çalışmayı düşünen bireye piyasada teklif edilen ücret düşük ise, çalışmayıp evde oturmanın maliyeti düşüktür, ve bu durumda bireyin çalışma eğilimi azalır. Türkiye’de kadınların ev dışında çalışma eğilimlerinin son derede düşük olmasının bir sebebi kadınlara verilen ücretlerin erkeklere göre az olmasıdır. Bu sebeple, kadınların işgücüne dahil olabilmelerinin önemli bir yolu kadınların iş piyasasında karşılaştıkları ayrımcılığa hukuki yollarla engel olmak ve kadın-erkek bütün çalışanların eğitim düzeylerini ve üretkenliklerini yükselterek onları daha yüksek ücret ile talep edilir duruma getirebilmektir.

İkinci bir örnek, yaklaşan 1 Kasım Seçimi öncesi üç büyük partinin halka vaat ettikleri programlardır. Bu vaatler her kesime para dağıtmak üzerine kurulu, vaat edilen paraların “fırsat maliyeti”ni hiçe sayan davranışlardır. Kaynaklar kısıtlı olduğuna göre, dağıtılması planlanan bu paraların alternatif kullanım alanları ve fırsat maliyetlerini hesaplamak gerekir. Örneğin bireylerin kredi kartı faiz borçlarını silmek, bu bireylere devlet bütçesinden para transferi yapmak demektir. Vergilerle toplanmış bu paralar ile borç faizlerini silmenin fırsat maliyeti, o paraların kullanılabileceği bir çok başka işin (eğitimden altyapıya kadar) yapılamaması anlamına gelir. İşin acı yönü, fırsat maliyeti yüksek bu popülist projeler ekonomik rasyonelden uzak oldukları için uzun vadede ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemekte ve halkın aleyhine olmaktadırlar.

Sonuç olarak, Nobel Ödülü verilen, ağır matematik temelli olan ekonomi biliminin en basit konseptini görmezden gelmek, ülkenin kaynakları sonsuzmuş gibi davranmak, toplumdaki bireylerin refah ve mutluluklarını olumsuz yönde etkilemek demektir.

Twitter: @NaciMocan

ÇEVRE KİRLİLİĞİ, İNSAN SAĞLIĞI VE EKONOMİK GELİŞME

Dünyanın ekonomik ve sosyal olarak ileri ülkeleri ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki en önemli farklardan biri, ileri ülkelerde karar vericilerin ekonomik ve sosyal politikaların birbirine bağlı olduğunun farkında olmaları ve bu politikaları büyük ölçüde bilimsel bilgiler ışığında yönlendirmeleridir.

Örneğin, ileri ülkelerde ekonomik planlar yapılırken ekonomi ile insan sağlığı arasındaki iki yönlü ilişki (ekonominin insan sağlığına ve insan sağlığının ekonomiye olan etkisi) göz önüne alınır. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu üretimlerini ve istihdamlarını artırmaya çalışırken, kullanılan üretim teknolojilerinin çevreye ve insan sağlığına olan etkisini ihmal etmektedirler.

Bu durumun en güzel örneği Çin’in durumudur. Son araştırmalara göre, Çin’in kentsel kesiminde insanların yüzde 80’i sağlık açısından zararlı derecede yüksek hava kirliliğine maruzdur. Çevre korumasını dikkate almayan ve eski üretim teknolojileri yüzünden, ozon, karbondioksit, nitrojen oksit gibi gazların ve PM10 yoğunluğunun aşırı düzeylere çıkmış olması, solunum hastalıkları, kanser ve benzeri ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getirmektedir. Örneğin, Beijing (Pekin) şehrinde hava kirliliğinin yüksek düzeye ulaştığı günlerde bir insanın bir günde soluduğu hava, günde 40 paket sigara içmiş olmasına denk gelmektedir.

Beijing_poll             (Çin’in bir çok şehri gibi Beijing de yüksek hava kirliliği merkezlerinden biri)

Ucuz ve kirli kömürle enerji sağlayan ve filtre sistemi olmayan fabrikalar, havayı egzoz gazına boğan taşıma araçları gibi üretim faktörleri, düşük maliyetli fakat çevreyi kirleten teknolojilerin basit örnekleridir.

Hızla büyümeye çalışan birçok ülke kısa vadede ucuz ve eski teknoloji kullanmak yoluyla düşük maliyetli üretim yaparak dünya ile rekabet etmek ve ekonomik olarak gelişmek isterlerken kendilerini bir tuzağın içinde bulmaktadırlar.

Bu tuzak da şudur: Ucuz üretim ve hızlı ekonomik gelişme uğruna çevre kirliliği yaratarak o ekonomide üretim yapan insanların sağlığını bozan ülke, bu davranışın bedelini gelecekte daha düşük ekonomik büyüme yaşamak şeklinde ödeyecektir. Bunun sebebi şudur: Çalışanların sağlıklarının bozulması iş günü kaybına ve verimlilik azalmasına yol açarak ekonomik gelişmeyi frenlemektedir. Ayrıca, hava kirliliğinin yol açtığı hastalıklar sonucunda ortaya çıkan erken ölümler iş gücü kaybına ve ülkenin insan sermayesinin azalmasına (çalışanların verimli yıllarında ölmeleri sebebiyle) yol açarak ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir.

 Bilimsel ekonomik araştırmalar yukarıda bahsedilen ilişkilerin boyutlarının hesaplanmasını sağlamıştır. Diğer bir deyişle, hava kirliliğinin belli bir düzeyden başka bir düzeye gelmesinin o ekonomideki üretime ve gelirlere etkisinin ne boyutta olacağı bilimsel araştırmalar ışığında bilinmektedir.

Ekonomistlerin bu etkiyi ne kadar ciddiye aldıklarının ve uzun vadeyi ne ölçüde hesaba kattıklarının bir göstergesi, hava kirliliğinin henüz doğmamış (ana karnında) olan çocuğun sağlığına etkisinin hesaplanmış olması, ve aynı şekilde, bebek sağlığının uzun vadede gelirlere ve ekonomiye olan etkisinin bilimsel metodlarla incelenmiş olmasıdır.

Bilimsel çalışmalar göstermiştir ki hava kirliliği, herkesi olduğu gibi hamile kadınları ve ana karnındaki bebeklerin sağlığını da olumsuz etkilemektedir. Hava kirliliğinin bebek sağlığına doğrudan etkilerinden biri bebek ölümlerini artırmasıdır. Ölmeyen bebeklerin sağlığının en önemli göstergelerinden biri bebeğin doğumdaki ağırlığıdır. Hamile iken hava kirliliğine maruz kalan annelerin bebeklerinin doğumdaki ağırlığı daha azdır. Bu bebeklerin doğarken 2.5 kg’dan daha hafif doğma ve hastanelerde yoğun bakıma girme ihtimalleri de daha yüksektir. Yine ekonomistlerin yaptıkları çok sayıda araştırma göstermiştir ki, bebeğin doğumdaki ağırlığının yıllar sonra okuldaki başarıya doğrudan etkisi vardır. Bu etki, doğumda sağlıksız olan (ağırlığı düşük olan) bebeklerin öğrenme zorluklarından dolayı ortaya çıkmaktadır. Öğrenme zorluğu ve okuldaki başarısızlığın sonucunda ise, bu çocuklar büyüyüp iş hayatına girdiklerinde üretkenlikleri daha düşük olmaktadır. Dolayısıyla iş bulma şansları daha az, iş bulma durumunda ise ücret ve maaşları daha düşük olmaktadır. Yapılan araştırmalar, bebeğin doğumdaki ağırlığının %10 artması durumunda, o bebek yetişkin insan olduğunda gelirinin %1.3 arttığını ortaya koymaktadır.

Özet olarak, şimdiye kadar yapılmış olan bilimsel ekonomik araştırmalar ışığında şu hesabı yapmak kolaydır. Ölçülen hava kirliliği belli miktarda artarsa, bu artışın sonucunda oluşan hastalık tedavi masrafları, iş gücü kaybı ve üretkenlik düşüşü şeklindeki orta vadeli ekonomik maliyeti hesaplamak mümkündür. Aynı şekilde, hava kirliliğinin sebep olduğu çocuk sağlığındaki bozulma nedeni ile bir sonraki neslin üretkenliğindeki azalmanın ekonomik maliyetini hesaplamak mümkündür. Bu maliyetler toplamı, ülkede hava kirliliğinden dolayı oluşan refah kaybının ölçüsüdür.

POLİTİKACILAR VE GÜNÜ KURTARMAK

Çevre kirliliğinin ekonomik gelişmeye önemli olumsuz etkileri olmasına rağmen, gelişmekte olan ülke politikacıları çevre korumasına neden yeteri önemi göstermezler? Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, yukarıda kısaca özetlediğim maliyet hesabının teknik olarak kendi ülkeleri için nasıl yapılacağını bilmezler. Ya da, bilirler ve bu maliyetin farkındadırlar fakat bu maliyeti ilerki nesillerin sırtına yüklemeyi planlamışlardır. Diğer bir deyişle, çevreye, insan sağlığına ve gelecekteki üretkenliğe darbe vurma pahasına bugünkü üretimi artırmanın kendileri açısından faydalı olduğuna karar vermişlerdir. Bu durumun ortaya çıkmasında halkın çevre-sağlık-ekonomi ilişkisi konusunda bilgi sahibi olmasının zorluğu ve dolayısıyla çevre koruması konusunda talebi olmaması da önemli rol oynamaktadır. Ayrıca, gelir seviyesi çok düşük olan ve halkın açlık sınırında olduğu ülkelerde kısa vadeli ve miyop politikaların ağırlıkta olması ve geleceğin hesabının yapılmaması doğaldır.

HAVA KİRLİLİĞİ SIFIR MI OLMALI?

Yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta, hava ve çevre kirliliğinin sıfıra inmesinin (çevrenin tamamen temiz olmasının) optimal sonuç olmadığıdır. Çünkü çevre temizliğinin bir maliyeti vardır. Üretim araçlarını ve teknolojilerini çevreyi hiç kirletmeyecek duruma getirmek (bütün ulaşım araçlarının elektrik ile çalışması, bütün fabrikaların güneş enerjisi ile çalışması, vs.) çok pahalı bir yatırımdır. Ve, şu an için, ileri ülkelerde bile sıfır çevre kirliliğine ulaşmanın ekonomiye getireceği fayda üretim teknolojilerini tamamen temiz duruma getirmenin maliyetini karşılayamamaktadır. Dolayısıyla “sıfır kirlilik” hedefi ekonomik mantığın dışındadır. Fakat önemli olan, ülke için “optimum kirlilik” düzeyinin neresi olduğunu hesaplamak ve emisyon düzenlemelerini ve diğer çevre yönetmeliklerini bu hesaba göre belirlemektir.

 İÇMEYE AYRANIMIZ YOKKEN, BU KONU FANTAZİ DEĞİL Mİ?

 Gelir seviyesi çok düşük olan, insanları açlık sınırında olan toplumlar “günü kurtarmak” derdinde olduklarından, ekonomik üretimden doğan çevre kirliliğinin geri dönüp ekonomiye yaptığı olumsuz etkiyi ihmal edebilirler.  Öte yandan, Türkiye gibi orta gelir düzeyindeki ülkelerde çevre kirliliğinin ekonomiye olan olumsuz etkisini hesaba katmak gerekir.

Bu konunun “fantazi” olup olmadığının cevabını vermek için şu gibi sorulara cevap vermek yeterlidir.

1) Hamile iseniz, doğumda çocuğunuzun hava kirliliği yüzünden ölmemesi için gelirinizden kaç TL feragat etmek istersiniz?

2) 45 yaşında kanserden ölmek yerine 75 yaşına kadar yaşamak için, her ay maaşınız ne kadarını vermek istersiniz?

3) Çocuğunuzun öğrenme zorluğu yaşayarak az gelirli ve zor bir hayat geçirmesine engel olmak için kaç TL verirsiniz?

4) 60 yaşında emekli olup 75 yaşında  ölmeyi planlarken, hava kirliliği yüzünden kanser olup 40 yaşında ölme riskinizin % 5 olduğunu anladınız.  Bu riski sıfıra indirip 75 yaşına kadar yaşamak için her ay maaşınız ne kadarını vermeye razısınız?

Bu tip sorulara verdiğiniz cevaplar sıfırdan büyük rakamlar içeriyorsa, bu sizin için ekonomik gelişme  ile çevre kirliliği ilişkisinin “önemsiz bir detay” olmadığını gösterir.

Twitter: @NaciMocan

36 Kişinin Üretip 100 Kişinin Tükettiği Ekonomi

İçinde 100 kişinin yaşadığı bir ülke düşünün.   Bu yüz kişiden 20’si 18 yaşından küçük ya da 65 yaşından büyük olsun. Diğer bir deyişle, okul yaşında olan ya da emeklilik dönemindeki toplam kişi sayısı 20 olsun. Bu demektir ki, 100 kişilik bu ülkede, çalışmaya ve üretmeye en uygun olan 18-65 yaş aralığında 80 birey vardır.

Bu 80 kişiden 40’ı erkek 40’ı kadın olsun. Bu erkeklerinin içinde bir işte çalışanların oranı % 66 olsun. Bu demektir ki 40 erkeğin 26’sı çalışmakta, üretmekte ve gelir kazanmaktadır. Geri kalan 14 erkek ise çalışmamaktadır. Bunların çok az bir kısmı okula gitmekte, büyük çoğunluğu ise evde oturmakta veya boşta gezmektedir.

Kadınların çalışma oranı % 25 olsun. Bu demektir ki, çalışma yaşında olan 40 kadından 10 tanesi çalışmakta, diğer 30’u evde oturmakta ya da boşta gezmektedir.

Sonuç olarak bu toplumda çalışarak üretim yapan insan sayısı 26 erkek ve 10 kadından oluşan toplam 36 kişidir. Bu 36 kişi tarafından yapılan üretimden elde edilen gelir ise 100 kişi tarafından paylaşılmaktadır. Diğer bir deyişle, 36 kişinin çalışması 100 kişiyi beslemek durumundadır.

 Yukarda verilen bu rakamlar rastgele bir örnek değil, Türkiye’deki durumun ta kendisidir. Türkiye’de kişi başına düşen gelirin az olmasının nedeni az insanla üretilen gelirin (Gayri Safi Milli Hasıla’nın) çok insana pay edilmesidir.

Dünyanın diğer ülkelerinde durum nedir?

Dünyanın bir çok ülkesinde çalışma yaşındaki erkek nüfusun %75 – %80’i bir işte çalışmaktadır. Alman erkeklerinin yüzde 76’sı, Meksika’lı erkeklerin 81’i, Rus erkeklerinin yüzde 73’ü, Japon erkeklerinin yűzde 89’u  bir işte çalışırken, Türk erkeklerinin sadece yüzde 66’sı çalışmaktadır.

Diğer ülkelerde çalışma yaşındaki kadınların yaklaşık % 65’i çalışmakta iken, Türkiye’de bu oran % 25’dir. Türkiye’de her 4 kadından sadece bir tanesi çalışmaktadır.

Dolayısıyla, Türkiye’de 100 kişiyi beslemek için sadece 36 kişi çalışmakta iken, diğer ülkelerde 100 kişiyi beslemek için 59 kişi çalışıp üretmektedir.

Altı çizilmesi gereken çok önemli bir nokta, Türk kadınlarının %25’lik çalışma oranının OECD ülkeleri içinde açık ara sonuncu olmasıdır. Örneğin, Norveç’li kadınların %75’i, Portekiz’li kadınların %65’i, Güney Kore’li kadınların %57’si, Meksika’lı kadınların %45’i çalışırken Türk kadınlarının sadece dörtte birinin çalışıyor olması Türk ekonomisinin ayağındaki parangadır.

Kadınların evde çalışmaları iş değil mi?

 Çocuk büyütmek, yemek yapmak gibi faaliyetler kadınların ev dışında çalışmalarına engel değildir. Güney Koreli, Meksikalı, Fransız, vs., her milletin kadınları ev dışında üretim yaparak ekonomik hayatın içine girmektedirler ve bu ülkelerde de çocuklar bakılmakta, yemekler yapılmakta, aile hayatları yaşanmaktadır. Kadınların yüksek oranda çalıştığı toplumlarda, çocuklar okulda daha az başarılı, aileler daha az mutlu değildir.

Sonuç olarak, Türk kadınları ekonomik hayatın içine girmeden, Türk Kadını’nın OECD sonuncusu durumunda olan %25’lik çalışma oranı yükseltilmeden, şu anki durumda 36 kişinin çalışarak 100 kişiyi beslediği Türkiye ekonomisi kişi başına geliri hızla yükseltemez.

 İçinde 100 kişi olan bir sandalda 64 kişi oturuyor ve kürek çekmiyorsa, geri kalan 36 kişinin kürek çekerek bu 100 kişilik sandalı ilerletmesi zordur.

Twitter: @NaciMocan

ÜNİVERSİTE KALİTESİ ve MEZUNLARIN SORUMLULUĞU

Üniversitelerin kaliteleri, bilime yaptıkları katkı ile ölçülür. Dünya’da ve Türkiye’de üniversite kalitesi, üniversitelerin kadrolarında bulundurdukları önemli bilim insanlarının sayıları ve bu kişilerin yaptıkları araştırmaların ve bilimsel yayınların miktar ve kaliteleri ile ölçülür. Kaliteli üniversitelerin kadrolarında kendi uzmanlık konularında bilimin sınırlarını zorlayarak yeni bilgi üreten ve o konunun uluslararası literatürüne katkı yapan akademisyenler bulunur. Bu yeni bilgiler öğrenciye de aktarıldığı için, bilimsel düzeyi daha yüksek üniversitelerin mezunları daha bilgili, daha yetkin ve daha üretken olurlar. Bunun bir uzantısı olarak da, iş piyasasında talep görürler ve kazançları daha yüksek olur. Eğer A üniversitesi B üniversitesinden bilim kalitesi olarak daha ileride ise, A üniversitesinin mezunu B üniversitesi mezununa göre daha kolay iş bulacak, maaşı daha fazla olacak ve iş piyasasındaki rekabette ayakta kalması daha kolay olacaktır.

Üniversitelerin kalitelerini yükseltmeleri için kendi konularında uzman, dünya bilim piyasasında rekabet edebilen (araştırma sonuçlarını uluslararası hakemli bilimsel dergilerde yayınlayabilen) bilim insanlarını kadrolarına transfer edebilmeleri ve bu kişilere araştırma yapabilecekleri ortamı (laboratuvarlar, bilgisayar donanımları, araştırma fonları, vs.) sunmaları gerekir.   Bu pahalı bir üretimdir.

Örneğin, 3,500 öğrencisi olan Sabancı Üniversitesi’nin yıllık bütçesi 120 milyon TL civarındadır. Bu demektir ki, Sabancı Üniversitesi’nde yılda öğrenci başına 33,000 TL harcanmaktadır. Bu 120 milyon TL’lık bütçe, üniversitenin araştırma ve eğitim masraflarını tam olarak karşılayamadığı için, ortaya çıkan bütçe açığı vakıf ve şahıs bağışları ve üniversite dışından alınan proje gelirleri ile desteklenmektedir. Diğer bir deyişle Sabancı Üniversitesi’nde üretilen bilginin ve bunun öğrenciye aktarılmasının maliyeti öğrenci başına her yıl 40,000 TL civarındadır. Bu rakam Koç ve Bilkent gibi nisbeten kaliteli diğer özel üniversitelerde de bu civardadır.

Öte yandan, devlet üniversitelerinin çoğu son derece yetersiz bütçelerle çalışmakta, ve bu sebeple de kadrolarındaki akademisyenlerin kaliteleri ve öğrencilerinin eğitim düzeyi yükselememektedir. 40,000 öğrencili Ankara Üniversitesi’nde öğrenci başına bütçe 15,000 TL; yine 40,000 öğrencisi olan Celal Bayar Üniversitesi’nde öğrenci başına bütçe sadece 6,000 TL’dır. Bu derece düşük harcama ile kaliteli eğitim vermek mümkün değildir.  Türkiye’nin “isimli” üniversitelerinden mezun olan öğrencilerin bile dünya piyasasında rekabet etmeleri zor iken, akademik kalitesi zayıf üniversitelerden mezun öğrencileri daha büyük zorluklar beklemektedir.

Türk hükümetlerinin devlet üniversitelerinin kalitelerini yükseltmek amacına yönelik planı yoktur. Devlet üniversitelerinin kalitelerini artırmaya yönelik kaynağın bir kısmı MEZUNLARDAN gelmelidir.

Üniversite Mezunu’nun Durumu

Üniversite eğitimi almak, bireylerin kendilerine yaptıkları bir ekonomik yatırımdır. Türkiye’de üniversite mezunları, lise mezunlarına oranla, iş hayatları boyunca ortalama olarak toplam 600,000 TL daha fazla gelir elde ederler.

Devlet üniversiteleri ücretsizdir. Diğer bir deyişle, vergi veren vatandaşlar devlet üniversitelerinde okuyan her öğrenci adına, bu okulların üretim maliyetini karşılamak üzere, yaklaşık toplam 100,000 TL ödemektedirler.  Bunun anlamı, halk tarafından başka şekillerde kullanılabilecek olan bu paranın (yol yapımı, memur maaşlarının artırılması, bütçe açığının kapatılması, vs.) üniversitede okuyan bireyi “desteklemek” için kullanılmış olmasıdır. (Bu durumun yanlışlığını anlatan yazı burada)

Buna rağmen, üniversiteden mezun olan bireyler, vergi veren vatandaşların kendilerine vermiş olduğu bu yatırım sermayesini geri ödemeyi düşünmezler.

Bunun en az iki sebebi vardır.

  • Üniversite mezunu birey, toplumun onun adına okul parasını ödemiş olduğunun farkında değildir. Bunun nedeni, Türkiye’de “devlet”in sonsuz kaynağa sahip olduğunun ve devlet bütçesinin dipsiz kuyu olduğunun düşünülmesi, ve bireylerin devletten kendilerine kaynak aktarılmasının bir hak olduğunu düşünmeleridir.
  • Devletin ekonomideki payının yüksek, ve yolsuzluğun fazla olduğu toplumlarda bireyler, bu yolsuzluk ortamında kendilerine “pastadan bir pay” alma çabası içine girerler. Birçok kesimin devlet tarafından sebebi ekonomik olarak açıklanamaz bir şekilde desteklendiği ve ekonomik kuralların adil ve şeffaf olmadığı bir düzende, her bireyin kendi çıkarını düşünerek “devlet”ten (toplanan vergilerden) olabildiğince pay kapmaya çalışması normaldir.

Vergi veren vatandaşların desteği ile para vermeden eğitim alan üniversite mezunlarının toplumun kendilerine yapmış olduğu bu yatırımı geri ödeme yükümlülüğü hukuken yoktur.

Buna rağmen, üniversite eğitimi sayesinde hayat boyu elde edeceği gelir toplamını en az ikiye katlayan bir kişinin, bu artan kazancının bir kısmını kendisine parasız eğitim veren üniversiteye (ve dolayısıyla vergi veren vatandaşa) geri ödemesinde KENDİSİ açısından fayda vardır.

MEZUN OLUNAN ÜNİVERSİTEYE BAĞIŞ YAPMANIN FAYDASI NEDİR?

Mezun olunan üniversiteye mali destek vermek, o üniversitenin kalitesini ve dolayısıyla İTİBARINI ve MARKA DEĞERİNİ yükselttiği için, bu mali desteğin mezuna ekonomik getirisi vardır. Bir üniversitenin kalitesinin ve itibarının yükselmesinin, yıllar önce mezun olmuş kişilere bile — o üniversite ile bağlantılı oldukları için– maddi faydası vardır.  Dolayısıyla, mezun olunan üniversiteye mali yardımda bulunmak, “borç ödemenin” ötesinde, diplomanın değerini yükselterek mezun olan kişiye de fayda sağlar.

ABD’de üniversiteler paralıdır ve okul ücretleri çok yüksek meblağları bulur (en iyi özel universitelerde dört yıl eğitim almanın maliyeti 250,000 dolara kadar çıkar). Buna rağmen, üniversite mezunları, mezun oldukları okullara önemli miktarlarda bağış yaparlar. Sadece 2014 yılında ABD’de şahısların üniversitelere yaptıkları bağış miktarı 38 MİLYAR dolardır. Amerika’nın gelir düzeyinin, 320 milyon nüfusunun, ve yaklaşık her üç yetişkinden birisinin üniversite mezunu olmasının bu rakamda etkisi varsa da, bu neresinden bakılırsa bakılsın yüksek bir rakamdır.

Türkiye’deki yaklaşık 6 milyon üniversite mezununun 4 milyonu mezun oldukları okula yılda 500 TL bağış yapsa, 2 MILYAR TL bağış oluşur. Bu da Celal Bayar Üniversitesi bütçesinin 10 katı, Sabancı Üniversitesi bütçesinin 16 katı, Türkiye’deki devlet üniversitelerinin toplam bütçelerinin %30’una denk bir rakamdır. 

PARAYI VERELİM DE ÇALSINLAR MI?

Yolsuzluğun yüksek olduğu ülkelerde sisteme güven eksikliği vardır ve bu da ülkenin ekonomik potensiyelini etkiler. Üniversite’ye bağış konusunda da aynı sorun ortaya çıkacaktır. Bağış yapmayı düşünen insanların aklında, yapılacak bağışların yolsuzluğa-hırsızlığa kurban gidip gitmeyeceği haklı bir soru işareti olabilir. Fakat bu problemin çözümü kolaydır.  Örneğin, yapılan bağışların listelenip bir web sitesi üzerinden ilan edilmesi ve yapılan her harcamanın herkes tarafından kolayca denetlenebileceği şeffaf bir mekanizma yaratarak bağışta bulunanların güvenlerinin kazanılması zor değildir. İnsanlara güven verecek bir bağış sistemini yaratmak üniversite yöneticilerinin görevidir.

KABAHAT VERMEYENDE DEĞİL, ALMASINI BİLMEYENDE

Üniversite mezunları, mezun oldukları okulu desteklemek isteseler bile, bu bağışları gerçekleştirmek üniversite yönetimlerinin, rektör ve dekanların görevidir. Fakat Türk üniversitelerinin yöneticileri, bağış toplama organizasyonu konusunda çoğunlukla bilgisiz ve deneyimsizdirler. Mezun kitlesinden üniversiteye sağlanacak desteğin önemini hisseden rektörler bile, bu işin nasıl yapılacağından habersizdirler. Mezunları heyecanlandırıp harekete geçirmek profesyonel bir kadro işidir. Bir örnek vermek gerekirse, ABD’de üniversitelerin “bağış toplama” bölümleri vardır ve burada çalışan ekonomistler, istatistikçiler ve psikologlar bilimsel metodlar kullanarak, hangi mezuna (yaşına, cinsiyetine, gelirine, mesleğine, ilgi alanına vs. göre) nasıl yaklaşılır ve hangi metodla ne kadar bağış istenir sorusunun cevabını çoktan vermiş durumdadırlar.   Örneğin, o üniversiteden yeni mezun olmuş genç insanlardan email ve telefon bağlantısı ile mütevazi miktarlarda para bağışı istenirken, maddi durumu kuvvetli olan eski mezunların üzerine üniversitenin ağır topları ile (tanınmış profesörler, dekanlar ve rektör) ile gidilip, daha etkileyici silahlarla (yemek davetleri, vs) yüksek miktarlarda bağış alınmaktadır. Astronomik bağış yapabilecek zengin insanları kalıcı olarak onurlandırmak için onların isimleri binalara, dersliklere, laboratuvarlara, kütüphanelere verilir.

PARA İLE KALİTE ARTAR MI?

Üniversitelerin kalitelerini yükseltmelerinin gerekli şartı kaynaklarının artmasıdır. Dolayısıyla, mezunların kendi üniversitelerini maddi açıdan desteklemeleri önemlidir. Öte yandan, üniversite kaynaklarının artması, kalite artışının garantisi değildir. Kaynakları etkili biçimde kullanmakla yükümlü yönetici kadro (dekanlar ve üniversitenin CEO’su olan rektör) kaynak artışına rağmen üniversitenin kalitesini yükseltmeyi başaramayabilir. Bu durumda sorumluluk yönetici kadrodadır ve değişmesi gerekir.   Örneğin, sıralamada 30. olan bir üniversite, mezunlarının bağışları sonucunda oluşan ciddi kaynak akışına rağmen bilime katkısını ve dolayısıyla akademik sıralamadaki yerini 30un üzerine çıkaramamış ve mezunlarının piyasadaki başarısını değiştirememiş ise, yönetici kadronun değiştirilmesi gerekir. Türkiye’de devlet üniversitelerinin rektörleri devlet tarafından atama şekliyle göreve getirilseler de, üniversitelerine önemli derecede bağış yapan mezunların, bir baskı grubu olarak, başarısız bir rektörü ve yönetim kadrosunu değiştirmek konusunda ağırlığı olur.

Sonuç olarak, üniversite mezunlarının hem kendileri için, hem onların eğitimini sağlayan toplum için, hem de gelecek kuşakların uluslararası rekabet şansını artırmak için yapacakları çok pratik bir proje, mezun oldukları üniversitelere “aldıklarının bir kısmını geri vermeleridir.”

Üniversite yönetimleri bu projeyi başlatacak ileri görüşlülükte değilse, projede ısrar etme sorumluluğu mezunların üzerindedir.

Twitter: @NaciMocan

TV Programlarında Bağırıp-Çağırmak ile Ekonomik Gelişmenin İlişkisi Nedir?

Bilimsel ekonomik analizin ortaya koyduğu temel sonuçlardan biri, rekabetin toplumun ekonomik refahına olan olumlu etkisidir. Firmaların birbirleriyle rekabet etmeleri, üretilen malın fiyatının düşmesine, kalitesinin artmasına ve dolayısıyla tüketici refahının yükselmesine sebep olur. Bireylerin birbirleri ile rekabetleri, işgücünün üretkenliğinin artmasına, aynı miktarda emek ile daha fazla üretim yapılmasına ve üretim maliyetlerinin düşmesine sebep olur.

Her sektörde (bankacılıktan eğitime, sanayiden turizme kadar) bireyler ve firmalar arasındaki serbest rekabeti sağlayacak yasal ortamı yaratmak ve daha üretken olan kişi ve kuruluşların bu üretkenliklerinin karşılığını alabilecekleri piyasa düzenlemelerini sağlamak, modern ekonomik sistemlerin temel şartlarından biridir.

Bireyler ve firmalar arasında rekabetin olmadığı toplumların refah seviyesi yükselmez. Diğer bir deyişle, piyasalarında rekabet yerine monopolün (tekelin) hakim olduğu ülkelerde insanların refah seviyesi daha düşüktür. Örneğin, bir çok bilgisayar firmasının rekabet ettiği bir piyasada bu firmalardan biri diğerlerini satın alarak rekabeti ortadan kaldırır ve tek satıcı (monopol) haline gelirse, bunun kaçınılmaz sonucu bilgisayar fiyatının artması ve tüketici tarafından satın alınan bilgisayar miktarının düşmesidir. Bu durum piyasada tekel durumuna gelmiş olan firmanin lehine, ve tüketicinin aleyhinedir.

Fakat, rekabetin ortadan kalkıp piyasanın tekelleşmesi sonucunda toplumun esas kaybı bilgisayarı daha yüksek fiyattan satın almak zorunda kalan tüketici değildir. Esas problem, piyasa tekelleştiği durumda oluşan bilgisayar fiyatının serbest rekabet durumunda ortaya çıkan fiyatın üzerinde olmasından dolayı bilgisayar satın almaktan vazgeçen insan sayısı, ve bu yüzden azalan ekonomik harekettir.

Diğer bir deyişle, bilgisayar piyasası monopol haline gelir ve bunun sonucu olarak bilgisayar fiatları 1,000 TL artarsa, bu durumda yine de bilgisayar satın alan bir insanın refahı düşer, fakat bu düşüş, bilgisayar satıcısı firmanın refahındaki artışa eşit olur.  Tüketici Ahmet Bey’in kaybı, üretici Mehmet Bey’in kazancı olmuştur. (Bu durumun gelir dağılımına etkisi olmakla beraber, kaybeden de kazanan da bu toplumda olduğu için, bunun toplam refaha etkisi yoktur.) Öte yandan, fiyatın 1,000 TL artmasından dolayı bilgisayar alamayacak duruma gelen tüketicinin refahındaki azalmayı telafi etmenin yolu yoktur. Toplumun esas kaybı budur.

Ekonomik modeller göstermektedir ki, her piyasanın monopolleşmeye gitme eğilimi vardır. Piyasada monopol durumunda olan firma, bu tekel avantajını kaybetmemek için başka firmaların rekabet amacı ile o piyasaya girme çabalarına engel olmak ister. Bu yüzden, gelişmiş ülkelerde büyük firmaların diğer firmaları satın alma yolundaki hareketleri ve böylesi muhtemel bir satışın piyasayı tekelleşmeye götürme eğilimi adalet bakanlıklarında çalışan düzinelerce ekonomistin araştırma konusudur. Bu analizler sonucunda, firmaların ortaklık ve birleşme tekliflerinin ne ölçüde tekelleşme yaratacağı ve bunun toplum refahına etkisi bilimsel olarak gösterilmeden adalet bakanlıkları bu satışlara onay vermez. Diğer bir deyişle, piyasalarda serbet rekabet ortamının sağlanması ve sürekliliği için çaba gösterilir.

TV’de Bağırmalar, Fikir Tekeli ve Haksız Rekabet

Yukarıda bahsedildiği üzere, ekonominin ürettiği mal ve hizmetler düşünülünce, tekelin (tek üreticinin) toplum refahına olumsuz etki yaptığını görmek zor değildir. Öte yandan, toplumun ekonomik refahını etkileyen, fakat farkına varılması daha zor olan başka tekelleşme eğilimleri de vardır. Bunların en önemli ve toplum refahı açısından en etkili olanlarından biri “fikir tekeli” dir.

Türkiye’de TV kanallarındaki siyaset ve spor programlarının en belirgin özelliği, konuşmacıların hepsinin aynı anda konuşmaya çalışmaları ve bu konuşmaların kısa sürede bağırış şekline dönüşmesidir.   Bu programların amacı “tartışmak” ve değişik görüş açılarını ortaya koyarak değerlendirmek olduğuna göre, asıl olan “fikirlerin rekabeti” sonucunda daha doğru düşünceyi ortaya çıkarmaktır. Diğer bir deyişle, TV’deki bir siyaset programına katılan konuşmacılar aslında fikir rekabeti yaparak kendi fikirlerini pazarlama yarışı içindedirler. Farklı fikir ve düşüncelerin sırayla ortaya konulduğu ve yine sırayla tartışıldığı bir ortamda iyi ve kötü fikirlerin değerlendirilmesi kolaydır.

Türkiye’deki TV programlarında olan durum ise, konuşmacıların kendilerini monopol durumuna getirerek diğer konuşmacıların “piyasaya girmelerine” engel olmaya çalışmalarıdır. Bunun yolu da rakip konuşmacıların sözünü kesmek, ve bağırış-çağırış içinde sadece kendi fikrinin duyulmasını sağlamaya çalışmaktır.

Diğer bir deyişle, kendi fikrinin kalitesine güvenmeyen konuşmacı rakibini (karşısındaki konuşmacıyı) susturmaya, onun konuşma hakkını elinden almaya, “serbest ve adil rekabet” şartlarını ortadan kaldırarak fikir piyasasını kendi tekeli haline getirmeye çalışmaktadır.

Türkiye’de “Fikir piyasasını monopolleştirme” eğilimini sadece televizyon programlarında konuk olan konuşmacılarda değil, devletin davranışlarında da görmek mümkündür. İnsanları susturmak ve yeni fikirlerin ortaya çıkarak “fikir rekabeti” yapmasına engel olmak tavrının en belirgin örneği, Türkiye’de vatandaşların fikirlerini belirttikleri Facebook ve Twitter hesaplarını devletin kapatma çabalarıdır.

Sansur(Kaynak: http://www.statista.com/chart/3217/twitter-content-removal-requests/)

Grafikte görüldüğü üzere Twitter içeriğini engelleme isteğinde Türkiye Rusya’nin bile önünde, açık ara Dünya Birincisi (!) dir.

Bu hareket, TV programlarında daha yüksek sesle bağırarak diğer konuşmacının fikrini örtbas etmeye çalışan konuşmacı tavrının benzeridir.

Anlaşılması gereken husus ise, mal ve hizmet piyasalarında olduğu gibi, fikir piyasasında da serbest rekabetin insan refahını yükselttiğidir. Yeni fikirlere ve düşüncelere açık olan toplumlar, daha yüksek oranda girişimci ve yaratıcı bireyler ortaya çıkarırlar, bilimsel metodu daha kolay adapte ederler, ve ekonomik ve sosyal açıdan daha hızlı gelişirler. Öte yandan, yeni fikirlerin ve “değişik” görüş açılarının ortaya çıkmasından rahatsız olan, bu yeni fikirlerin diğerleriyle rekabet etmesine izin vermeyen toplumlar, uzun vadede yeni fikir üretemez ve dünyayı iki adım geriden takip eder duruma düşerler.

Tabii ki, yeni fikir ve düşüncelerin hepsi iyi ve değerli olamaz. Bu fikirlerin bir kısmı çok kötü, bilim ve mantığın dışında, hatta bazısı insan onurunu zedeleyici bile olabilir. Fakat “iyi” ve “faydalı” fikirleri diğerlerinden ayırmanın tek yolu, her fikrin “serbest rekabet” yapısı içinde “piyasaya” çıkıp tartışılmasıdır. Ekonomik, bilimsel ve sosyal ilerleme, “yanlış olduğu düşünülen” fikirlerin örtbas edilmesi ile değil, tam tersine her fikrin tartışılıp değerlendirilmesi ile oluşur.

Türkiye’de fikirlerin serbestçe rekabet edebilecekleri bir ortamı yaratmak politikacıların çıkarlarına ters düşebilir. O yüzden, bireylerin sorumluluğu, değişimi kendilerinden başlatmak ve “fikir piyasasında fırsat eşitliği ve tam rekabet” talep etmektir.

Günlük yaşamın içinde “diğer fikirlere” söz hakkı vermek, “Su küçüğün, söz büyüğündür” gibi fikir rekabetini kısıtlayan köhne yaklaşımlara destek vermeden,  herkesin kendi fikrini (hoşa gitsin ya da gitmesin) serbestçe belirtebileceği ve bu fikirlerin tartışılıp en iyilerinin ortaya çıkarılacağı yeni bir kültür oluşumunun öncülüğünü yapmak, kendi davranışlarımızla topluma örnek olarak değişimi aşağıdan-kökten başlatmak, Türkiye’nin ekonomik gelişmesi için gerekli sosyal altyapısını düzenlemenin başlangıç noktalarından biridir.

Twitter: @NaciMocan

“Parasız” Eğitimin Parasını Kim Ödüyor?

Dünyanın her ülkesinde, üniversite eğitimi alan kişilerin gelirleri lise mezunlarına göre çok daha yüksektir.  Üniversite eğitiminin bireylere getirisi, eğitim düzeyi düşük ülkelerde, gelişmiş ekonomilere oranla daha da yüksektir. Örneğin, ABD’de üniversite mezunlarının maaşları, lise mezunlarından %75 daha yüksek iken,  Türkiye’de, üniversite mezunlarının gelirleri, lise mezunlarının iki katından fazladır.  Diğer bir deyişle, üniversite eğitimi almak, bireyin geleceği açısından, getirisi çok yüksek olan bir ekonomik yatırımdır.

İnsana yapılan bu ekonomik yatırımın faydasını görenler, tabii ki üniversite eğitimini alan bireylerin kendileridir.  Öte yandan, her yatırım gibi, üniversite eğitiminin de bir maliyeti vardır.  Üniversitede yapılan araştırma-geliştirme çalışmaları, bilgi üretilmesi ve üretilen bilginin öğrencilere aktarımı  bu maliyeti oluşturur.  Bu maliyetin içinde üniversite hocalarının maaşları, laboratuvar ve bilimsel araştırmalara harcanan paralar vs. gibi kalemler vardır.

Üniversite eğitimi, pahalı bir üretimdir. Hele, dünya standardında bilgi üreten ve bu bilgiyi öğrencilere aktaran bir üniversite isterseniz, bunun maliyeti çok yüksek rakamlara ulaşır.  (Örnek olarak, bir üniversite, kimya dalında dünya çapında önemli araştırmalar yapabilecek ve evrensel bilgi birikimini artıracak kalitede bir Yardımcı  Doçent almak isterse kadrosuna,  sadece bu öğretim üyesinin laboratuvarı için bir milyon dolar harcamak durumundadır.) Tabii, her üniversite dünya çapında olmak zorunda değildir ve olamaz.  Fakat mütevazi, orta halli üniversitelerin bile işletme maliyetleri  yüksektir.

Türkiye’de devlet üniversiteleri parasızdır.  Bu demektir ki, devlet üniversitesine giden bir öğrencinin  KENDİSİNE yaptığı bu yatırımın maliyeti, halkın ödediği vergilerle karşılanmaktadır.

Bu da şu anlama gelir: Ahmet Bey’in oğlu Cemal üniversiteye bedava gitsin ve mezun olunca daha yüksek kazanç sağlayabilsin diye, emekli Ayşe Teyze, balıkçı Hasan Amca gibi  Türkiye’de vergi veren herkes, Cemal’in üniversite maliyetini  yüklenmektedir.

Burada önemli birkaç soru ortaya çıkmaktadır.

1) Bu işin balıkçı Hasan Amca’ya maliyeti nedir? 

2)  Ahmet Bey’in oğlu Cemal’in, para vermeden, Balıkçı Hasan’ın desteği sayesinde (Hasan’ın vergileri ile) üniversite eğitimi alması ve bu sayede mezun olduktan sonra gelir potensiyelini artırmasının  balıkçı Hasan’a faydası nedir?

3) Eğer Ahmet Bey zengin biri ise, oğlu Cemal’in balıkçı Hasan’ın vergileri sayesinde para vermeden üniversitede okuması doğru mudur?

4)  Bu sistemden daha adil, kaynakları daha doğru kullanan bir sisteme geçilebilir mi?

5) Bu sistem içinde üniversite eğitimi alan Cemal’in üzerine düşen kamu sorumluluğu var mıdır?

Bu soruların kısa cevaplarını verip, konunun devamını başka bir yazıya  bırakacağım.

1. Sorunun cevabı: Türkiye’nin iyi bir üniversitesinde bir öğrenciyi bir yıl eğitmenin maliyeti yaklaşık 50,000 TL’sıdır.  Dolayısıyla, bir öğrencinin dört yıllık üniversite eğitiminin maliyeti 200,000 TL’sıdır.  Mütevazi üniversitelerde bile dört yıllık eğitimin maliyeti yaklaşık 100,000 TL’sıdır.

Bu demektir ki, devlet üniversitelerinde para vermeden eğitim alan her öğrenciye (ve Ahmet Bey’in oğlu Cemal’e), halkın ödediği vergiler vasıtası ile en az 100,000 TL para  aktarılmaktadır.

Balıkçı Hasan Amca’nın ve emekli Ayşe Teyze’nin paraları bu şekilde Ahmet Bey’in oğlu Cemal için harcanmamış olmasaydı, başka ne şekilde kullanılırdı?

Tabii ki bu paranın alternatif kullanım alanları vardır. Ayşe Teyze’nin kasabasına yol yapmak için, veya emekli maaşını artırmak için;  balıkçı Hasan Amca’nın ihtiyacı olan balıkçı limanını yapmak için, ya da başka şekillerde kullanılabilirdi bu paralar.

Dolayısıyla, üniversitelerin “parasız” olmasının Ayşe Teyze’ye maliyeti, emekli maaşının olabileceğinden düşük olması, Hasan Amca’ya maliyeti ise ihtiyacı olan balıkçı limanına sahip olamamasıdır.

2) Üniversite eğitiminin, mezun olan öğrenciye maddi faydası, o öğrencinin mezun olduktan sonra emekli olana kadar kazanacağı gelir ile, lise mezunu olarak kalmış olması halinde kazanacağı gelir arasındaki  farkdır. Bu rakam Türkiye’de en kaba bir hesapla bile 600,000 TL’sından az değildir. Diğer bir deyişle, üniversite mezunları, emekli olana kadar, lise mezunu olarak kalmaları halinde elde edecekleri kazançlarından ortalama 600,000 TL daha fazla para kazanacaklardır.  Yani, üniversite diplomasının bireye getirisi en az 600,000 TL’sıdır.

 Başka bir açıdan bakacak olursak, balıkçı Hasan’ın Ahmet Bey’in oğlu Cemal’e yaptığı yatırımın sonucu olarak, Cemal 600,000 TL’lık ek kazanç sahibi olacaktır.

 Balıkçı Hasan, (ve vergi veren halk) kendisine maddi kazanç getirmeyen  bu yatırımı Ahmet Bey’in oğlu için neden yapsın?  Bu sorunun cevabı şudur: Cemal’in üniversite mezunu olması, Cemal’in kendisine doğrudan faydası olduğu gibi, dolaylı olarak balıkçı Hasan’a, Ayşe Teyze’ye ve toplumun diğer bireylerine de fayda sağlar. Çünkü, yüksek eğitimli bireyler toplumun  üretkenliğini artırırlar ve bu üretim artışından ortaya çıkan  gelir yükselmesi, toplumdaki diğer insanların da refahını artırır.  Ayrıca, bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, ülkenin eğitim düzeyinin artması, ülkedeki kurumların kalitelerinin artmasına, demokrasi düzeyinin yükselmesine yol açar.  Kısaca, denizde yükselen dalganın sandalları sırtlaması gibi, ülkenin ortalama eğitim düzeyinin yükselmesi, ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmesini sağlar.

 Özetle, üniversite eğitimi, üniversiteden mezun olan bireylere maddi kazanç getirmenin yanısıra, toplumun geneline da fayda sağlayan bir ekonomik yatırımdır.  Bu yüzden, özellikle Türkiye gibi eğitim seviyesi düşük ülkelerde, halkın vergilerinin bir kısmının “insana yatırım” olarak, üniversite masrafını kendileri karşılayamayacak öğrenciler için harcanması doğru bir yatırım kararıdır.

3) Halkın, ödediği vergiler ile üniversite  öğrencilerinin eğitim maliyetlerini üstlenmesi genel olarak doğru bir yatırım olsa da, öğrenci başına ortalama 100,000 TL olan bu yatırım, HER öğrenci için mi yapılmalıdır?  Bu sorunun cevabı “Hayır”dır.

Üniversite öğrenim parasını karşılayabilecek mali durumu olan öğrencilerin okul paralarının vergiler tarafından ödenmesi, hiçbir ekonomik mantığı olmayan, kaynakları yanlış harcayan, ve gelir dağılımını bozan bir politikadır.

Türkiye’de uygulanagelen sistem, mali durumu ne olursa olsun, her bireyin devlet üniversitelerine parasız gitmesidir.  Yapılması gereken ise halkın vergilerinin mali durumu zayıf olan öğrencilere yatırım amacıyla kullanılması; öte yandan, üniversiteye gitmek isteyen ve eğitim maliyetini karşılayabilecek durumu olanların ise bu yatırımının maliyetini kendilerinin ödemeleridir. 

4) Bugünkü sistemde, zengin ya da fakir, her öğrenci üniversiteye parasız gitmekte, ve bu sebeple fakir bireyden zengine GELİR TRANSFERİ  olmaktadır. Bu durumu başka bir açıdan görmek için şöyle düşünebiliriz.  100,000 TL üniversite maliyetini cebinden verip çocuğunu üniversiteye göndermeye razı zengin bir ailenin çocuğu eğer üniversiteye bedava giderse, balıkçı Hasan Amca, kendisine gereken balıkçı limanına sahip olamama pahasına o çocuğu destekliyor demektir.

(Ideal çözüm, her üniversite öğrencisinin kendi okul maliyetini birey olarak  kendisinin yüklenmesi, ve kendi geleceğine yatırımı kendisinin yapmasıdır.  Bu sistemin oluşması için finans piyasalarının daha gelişmiş olması ve ev satın almak için verilen “mortgage” kredileri gibi, öğrencilere “üniversite eğitim kredisi” verebilmesi, özel sektör açısından kredi vermenin “riskli” olacağı öğrenciler için ise devletin düşük faizli kredi yaratması, (hiç bir şekilde kredi alamayacak durumda olan öğrencilere, ve teşvik edilmesi istenen branşlarda okumak isteyenlere karşılıksız burs vermesi) gerekmektedir. Kaynakları optimum kullanacak böyle bir sistemin detaylarını, muhtemel problemlerini, bunların nasıl çözülebileceğini başka bir yazıya bırakıyorum).

5)  Bugünkü sistemde, vergi veren vatandaşın parası ile üniversite eğitimi alan üniversite mezununun sorumluluğu nedir? Toplumun kendisine yaptığı bu yatırım sayesinde gelir potensiyelini ikiye katlayan üniversite mezununun, bu yatırımın bedelini geri ödeme yükümlülüğü  var mıdır? Böyle bir yükümlülük hukuken olmamakla birlikte, üniversite eğitimi alarak hayat boyu elde edeceği gelir toplamını en az 600,000 TL artıran bir kişinin, bu artan kazancının bir miktarını, kendisine bu yatırımı yapan topluma geri ödemesinin gerektiği düşünülemez mi?

 Örneğin, ABD’de üniversiteler bedava değil, paralı (ve pahalı) olmasına rağmen, üniversite mezunları, mezun oldukları okullara çok ciddi bağışlarda bulunmaktadırlar

ABD’ de sadece 2014 yılında üniversitelere bireyler tarafından yapılan bağışlar 38 MILYAR dolardır. (ABD’de 25 yaş üzeri her üç kişiden birinin üniversite mezunu olması, ve ABD’de kişi başına gelirin yüksek olmasının bu rakamın büyüklüğüne  etkisi vardır. Fakat yine de bu, büyük bir rakamdır.)

Türkiye’de de üniversite mezunlarının, vergi veren vatandaşlar tarafından kendilerine yapılmış olan yatırımın  maliyetini bir ölçüde de olsa geri vermeyi düşünmelerinde, hem mezun oldukları üniversite için, hem kendilerinden sonraki kuşaklar için, hem de kendileri açısından fayda vardır.

Bu hareketin nasıl başlatılabileceğini ve bireylerin mezun oldukları universitelere bağış yapmalarının neden kendilerine de fayda sağlayacağını bir sonraki yazıya bırakıyorum.

 Twitter: @NaciMocan

Beşiktaş’ın Penaltısı, Hukuk Devleti, ve Ekonomik Büyüme

Son onbeş yılda yapılan bilimsel ekonomik araştırmalar göstermiştir ki, ülkelerin hukuk sistemlerinin bağımsızlığı, mahkemelerin tarafsız ve adil olması ülkelerin ekonomik gelişmeleri için çok önemli bir etkendir.

Ülkeler arasındaki ekonomik refah farklılıklarını açıklayan bir çok faktör olmakla birlikte (örneğin, ülke işgücünün eğitim düzeyi, piyasaları düzenleyen kanunların yapısı,  vergi oranlarının düzeyi, kadınların işgücüne katılım oranı, vs. gibi),  bir ülkenin yargı sisteminin bağımsız ve tarafsız olması o ülkedeki ekonomik gelişmeyi sağlayan önemli bir etkendir. Sofistike ekonometrik modellere dayanan bu bilimsel çalışmaların (basitleştirilmiş) özü, aşağıdaki grafikte görülebilir.  Bu grafikte Dünya üzerindeki her ülke bir nokta olarak belirtilmiş, ve her ülkenin 2013 yılındaki kişi başı milli geliri ile (Amerikan dolari olarak)  aynı ülkenin adalet sisteminin (mahkemelerin)  bağımsızlık ölçüsünü gösterilmiştir.

Yargi

Yargının bağımsızlığının ölçüsü,  o ülkedeki mahkemelerin politikacılar, hükümet, firmalar, ya da herhangi başka bir grup tarafından baskı ve etki altına alınıp alınmadığının, yönetilip yönetilmediğinin, yargı kararlarını belirleyip belirlemediğinin göstergesidir. Sıfır ile 10 arasında değişen bu endeksin değerinin bir ülke için 10 olması, o ülkenin adalet sisteminin tamamen özerk ve kanunlarının tarafsız bir şekilde uygulanıyor olması anlamına gelir.  Endeksin değerinin düşük olması, o ülkenin adalet sisteminin bozukluğunu gösterir.

Grafikte görüldüğü üzere, bir ülkenin mahkemelerinin bağımsızlığı ile o ülkenin ekonomik açıdan gelişmesi (kişi başına gelir) arasında pozitif ilişki vardır: Yargı sistemi bağımsız ve adil olan ülkeler, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerdir.

Bunun temel sebeplerinden birisi şudur.  Hukuk sisteminin adaletli olmadığı, kanunların her bireye eşit şekilde uygulanmadığı, bireylerin ekonomik ve sosyal haklarını mahkemeler yolu ile arayamadıkları bir sistemde, adaletin belirsizliği yüzünden, ekonomik aktörler arasında kontrat yapmak zorlaşır; adaletin belirsiz olduğu bir sistemde ekonomik yatırımın riski yükselir ve yatırımlar azalır.

Kanunların kime, nasıl uygulandığının belli olmadığı bir ülkede, ekonomik aktörler (yatırımcılar, firmalar, çalışanlar, işverenler) aralarında oluşabilecek anlaşmazlıkları mahkemelerin tarafsız olarak çözeceğine inanmazlarsa, ekonomik faaliyetler  ve yatırımlar yavaşlar.

Bunun tersine, ekonomik aktörler yargı sistemine güven duyarlarsa, tarafsız mahkemelerde haklarını arayabileceklerine inanırlarsa, o ülkenin ekonomik faaliyetleri artar ve ülke refahı yükselir.

Grafikte görüldüğü üzere, Türkiye, adalet sisteminin bağımsızlığı açısıdan çok kötü bir durumdadır.  Türkiye’nin Yargı Bağımsızlığı notu (2012 yılı itibariyle), 10 üzerinden 4’tür.  Notu bizim civarımızda olan ülkeler, Vietnam (3.9), Fas (3.9), Meksika (3.9), Kazakistan (4.0) Mısır (4.1), Swaziland (4.1)’dir.

Yargının bağımsızlığının Türkiye’den ilerde olduğu ülkeler arasında Brezilya (4.8), Pakistan (5.1), Ürdün (5.7), Malezya (5.9), Malta (6.3) gibi ülkelerin olduğunu görmek, Türk Adaleti’nin içinde bulunduğu zayıf durumu ortaya çıkartmaktadır.

 

 Türk Adaleti’nin zayıflığı ve Beşiktaş’ın Penaltısı

Bir ay kadar önce, bir Pazar gecesi televizyondaki bir futbol programında o hafta Beşiktaş futbol takımının oynadığı maçta ortaya çıkan bir penaltı pozisyonunun tartışılmasına şahit oldum.  Programı yöneten kişinin anlattığı detaylara göre, pozisyon Beşiktaş lehine bir penaltı idi, fakat hakem görmeyip, penaltıyı vermemişti.  Programa katılmış olan ve Beşiktaş taraftarı olmadıkları belli olan iki kişi ise, bir takım tuhaf mazaret ve açıklamalar yolu ile, bariz penaltı olduğu anlaşılan bu pozisyonda, penaltının bazı durumlarda verilmeyebileceğini anlatma çabası içinde idiler. Ayrıca, programın yöneticisi, Galatasaray ve Fenerbahce taraftarlarının bu bariz penaltıya itiraz eden Twitter mesajları attıklarını belirtti.

Bir futbol takımının taraftarı, oyunun kurallarını görmezden gelerek, kendi tuttuğu takıma fayda sağlamak amacı ile rakip takımın penaltısına “evet, bu penaltıdır” demez ise, ertesi gün kendisinin doğrudan taraf olduğu bir konuda anlaşmazlığı çözmek ile yükümlü bir mahkemenin kanunları ihmal ederek taraflı bir karar vermesine itiraz etme hakkını bulamaz.  Cünkü, adalet her koşulda ve her ortamda adalettir.  Adalet duruma göre, ortama göre, keyfe göre uygulanmaz.  Bağımsız ve tarafsız adalet, koşullar ne olursa olsun, kuralları gözü kapalı uygulamak, sonuçları ne olursa olsun uygulamak demektir.

Kurallar ve kanunlar ne olursa olsun, kuralları çiğneyerek ve “ne pahasına olursa olsun,”  “haksızlık yaparak,” “başkasının hakkını çalarak” kendine fayda sağlamak bir toplumda normal hale (norm haline) gelmeye başlamış ise, o toplumda insanların birbirlerine ve sisteme güvenleri azalır; ve böyle bir toplumda yargının  kuvvetli ve adil olmasi beklenemez. Cünkü bireylerin hukuk sisteminden böyle bir talebi  ve beklentisi yoktur.  Talep edilen “adil karar” değil, “kendi lehine” karardır.

Bu durumda akla gelen soru sudur: Türkiye’nin  Yargı Bağımsızlığı Notu’nun 10 üzerinden 4 olmasının sebebi Türk toplumu mudur?

Verimli ve dinamik bir ekonomik sistemin en önemli ozelliklerinden biri rekabettir. Işçilerin rekabeti, firmalarin rekabeti, fikirlerin rekabeti en kaliteli üretimin en verimli şekilde ortaya çıkmasına neden olur.  Rekabet ortamını düzenlerken önemli iki faktör, bireyler arasında “fırsat eşitliği” yaratmak ve “haksız rekabet”in önünü kesmektir.   Eğer bir toplumun bireyleri kendi çıkarları için, başkasına haksızlık yapmayı (haksız rekabeti) normal kabul ederlerse, o toplumun hukuk sisteminin de buna uyum gostermesi ve zaman içinde çürümesi olağandır.

Öte yandan, madalyonun bir de öbür yüzü vardir.  Yine son yıllarda yapılan bilimsel ekonomik araştırmalar göstermiştir ki, bir toplumun haksız rekabeti ve yolsuzluğu tasvip  ve tercih etme sebeplerinden biri, o ülkedeki hukuk sisteminin zayıflığıdır.

Diğer bir deyişle, toplumun yolsuzluğa müsamahakar tavrı adalet sisteminin kalitesini etkilemekle birlike, adalet sisteminin zayıflığı da toplumun tavrını ve tercihlerini etkilemektedir.   Mahkemelerin bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş olduğu bir toplumda adalet sistemine güven kaybolduğu için, “kuralları belli olmayan” böyle bir toplumda bireylerin kendi başlarının çaresine bakmaları, ve “her ne pahasına olursa olsun,”  “haksızlık yaparak,” “başkasının hakkını çalarak” kendilerine fayda sağlamaya çalışmaları normaldir.  Bu sonucu ortaya cıkaran bir dizi akademik makaleden biri, Avrupa ülkeleri arasında hukuk sisteminin daha kötü olduğu ülkelerdeki insanların evrak sahtekarlığına, hırsızlığa ve yolsuzluğa eğilimlerinin daha fazla olduğunu göstermiştir.

Ozet olarak, toplumun hırsızlığı, haksızlığı, hak yemeyi, haksız rekabeti hoş görmesi  ve benimsemesine yol açan sebeplerden biri, o toplumun hukuk sistemindeki bozukluktur. Ote yandan, toplumun bu tavrı da hukuk sisteminin çürümesine destek vermektedir.  Bunun  sonucu da, Türkiye için, grafikte görüldüğü uzere, düşük kaliteli hukuk sistemi ve düşük gelir seviyeli bir dengenin oluşmuş olmasıdır.

Bu çıkmazdan nasıl sıyrılılır?  Cıkış yolunun  başlangıç noktası, yargı sisteminin bağımsızlığını sağlamak ve toplumu “her bireyin, –kim olursa olsun–, ülke kanunları önünde gerçek anlamda eşit olduğu,” adaletin bir insan hakkı olduğu,  toplumun ekonomik ve sosyal ilerlemesi icin bağımsız yargı sisteminin temel zorunluluk olduğu konusunda inandırmak, ve yargının adil ve bağımsız olma doğrultusundaki değişimin geçici değil, kalıcı olduğu konusunda toplumu ikna etmek gerekir.

Aynı zamanda, bireylerin kendi davranışlarının sorumluluğuna sahip çıkarak, günlük hayatta “haklının yanında olmaları” ve kendi çıkarları ile ters düşse bile “doğruya doğru demek”  yönünde davranmaları ve çevrelerine örnek olmalarının yüksek etkisi olacaktır.

Bu değişikleri yapamazsak, Türkiye’nin yukardaki grafikte işaretlenen yerinden oynaması kolay olmayacaktır.

Twitter: @NaciMocan

Meclis’te İsmi Olup Cismi Olmayan Milletvekilleri

Önümüzdeki seçimde 550 Milletvekilini seçip Meclis’e yollayacağız.  Bu vekiller Meclis’te bizim adımıza ne yapacaklar?

Milletvekili, milleti temsil eden kişi anlamına geldiğine göre, oy vererek TBMM’ne yolladığımız vekillerin bizi gerçek anlamda temsil etmesi demek, bu vekillerin bizi ilgilendiren, bizim refahımızı etkileyebilecek konularda Meclis’te bizim adımıza aktif olmaları, bizim sesimizi duyurmaları demektir.  Görevini hakkıyla yapan vekil, seçmen adına Meclis’te çalışır, konuşur, kanun taslağı hazırlar, ya da destek verir; yazılı ya da sözlü soru sorar, tartışmalara katılır. Kısaca, Meclis’te etkin olur.

Bizi temsil etmeleri için “vekalet” verdiğimiz milletvekilleri, konuşarak, tartışarak, fikir alış-verişi yaparak bizim refahımızı yükseltecek etkinliklerin içinde bulunmak yerine, bunun tam tersini yaparak

  • Meclis’e gitmezlerse,
  • Ya da, Meclis’e gider fakat ağızlarını açmadan sadece konuşulanları dinler ve hiçbir konuda fikir belirtmez, hiçbir konuya karışmaz, hiçbir soru sormaz, katılımcı değil, seyirci olurlarsa, o milletvekillerinin millete faydası olmaz.

 Bizim vekillerimiz TBMM’de ne yapıyorlar?

Amerika’nin Auburn Universitesi’nden Duha Altındağ ile yaptığımız bir araştırma çerçevesinde, 1991-2011 arası TBMM’de görev yapmış her milletvekilinin Meclis’te ne kadar aktif olduğunu TBMM’nin resmi kaynaklarından edindiğimiz bilgilere dayanarak hesapladık.  Meclis’te aktif olmak demek, Meclis kürsüsünden konuşma yapmak, yazılı ya da sözlü soru sormak, cevap vermek, önerge vermek, vs. gibi bir milletvekilinden beklenen etkinliklerdir.

23. Dönem (2007-2011) milletvekillerinin etkinlik dağılımı, aşağıdaki grafiktedir.

Vekil_800

Ortaya çıkan sonuç şudur: 550 milletvekilinin 187’si (Vekillerin üçte birinden fazlası) Meclis’te  “çalıştıkları” dört yıl boyunca, toplam SIFIR ile 10 arası etkinlikte bulunmuşlardır. 

550 vekilin YARISI, dört yıl boyunca Meclis çatısı altında toplam 20’den az Meclis etkinliğinde bulunmuştur.

550 vekilin 352’si (%64) dört yılda toplam 0-36 etkinlikte bulunmuştur. Diğer bir deyişle, 352 milletvekili ortalama olarak, Meclis’te bulundukları her ay sadece bir aktivitede bulunmuşlardır.

Dört yılda toplam 36 ile100 arası aktivitede bulunan vekil sayısı: 103,

Dört yılda toplam 101-200 etkinlikte bulunmuş vekil sayısi: 67,

Dört yılda toplam 200’den fazla aktif olan vekil sayısı: 37’dir.

Diğer bir deyişle, Meclis’te  milletin temsilciliği görevini aslında  sadece yaklaşık 200 milletvekili yapmakta, diğerleri büyük ölçüde seyirci vasfıyla, Meclis’te olan bitenleri seyretmektedir denebilir.

Bu dağılım, her partide ve her Meclis döneminde aşağı-yukarı böyledir (son dönemin resmi rakamları henüz belli olmamakla beraber, değişik bir sonuç çıkma ihtimali zayıftır).

Meclisteki vekillerin yarısından çoğu fikir belirtmeyen, soru sormayan, “ismi olup cismi olmayan” kişiler olsa da, “Bu vekiller Meclis’te kendi parti liderlerinin istediği şekilde oy verip partilerini destekledikleri için kendilerini seçen insanlara hizmet ediyor durumdalar” denebilir mi?

Seçmene hizmet etmek, Meclis’teki oylamalarda parti liderlerinin istedikleri doğrultuda oy kullanmak demek değildir.  Her ilden seçilen milletvekillerinin, o ilin seçmenine karşı sorumlulukları vardır.  Bir ilin sorunlarını, dertlerini, muhtemel çözümlerini ortaya koymakla yükümlüdur o ilin milletvekili.  Gaziantep’in ekonomik problemini Trabzon milletvekili bilemez.  İstanbul’un altyapı sorunu ile Van milletvekilinin uğraşması beklenemez.  Eskişehir için önemli olan bir probleme dikkat çekmek, Diyarbakır’dan seçilmiş vekilin görevi değildir.  Dolayısıyla, Meclis’e gelmeyen, ya da gelip aktif olmayan milletvekili, temsil etmek durumunda olduğu vatandaşları temsil etmiyor demektir.

Bu durumun ortaya çıkmasının muhtemel nedeni, partilerin yeteri sayıda “aklı eren, dili dönen” kişiyi milletvekili adayı olarak bulamaması, ya da bu kişileri milletvekili adayı göstermeye yanaşmıyor olmasıdır.

550 MİLLETVEKİLİ GEREKLİ Mİ?

ABD’nin nüfusu 320 milyondur ve bu nüfus Amerikan Kongresi’nde 535 kişi tarafından temsil edilir (100 senatör, 435 Temsilciler Meclisi Üyesi). Diğer bir deyişle, Amerika’da her 600,000 kişi bir vekil ile temsil edilir.

Avrupa Topluluğu nüfusu 500 milyondur ve bu 500 milyon kişi, Avrupa Topluluğu Parlamentosu’nda 750 milletvekili ile temsil edilir.  Bu da, Avrupa’da her 650,000 kişinin bir vekil ile temsil edilmesi anlamına gelir.

Türkiye’nin 75 milyon  nüfusu  550 milletvekili ile temsil edilmektedir.  Bu da,  her 135,000 vatandaşa bir milletvekili demektir.

TBMM’deki 550 milletvekilinin %50’si aktif olmadığına göre, TBMM 550 yerine 275 ya da 300 milletvekili ile aynı üretimi (daha az masraflı bir şekilde) yapabilir.  Fakat, milletvekili sayısını 300’e indirmek Meclis kararı ile olacağından, bunun gerçekleşeceğini düşünmek hayalcilik olur.

 İkinci (daha uzun vadeli) çözüm, milletin “Aklı Eren, Dili Dönen” vekiller tarafından temsil edilmeyi talep etmesidir. Böyle bir talebin halktan gelip gelmeyeceği bilinmemekle birlikte, halkın “vekalet verdiği” milletvekillerinin Meclis’te ne ölçüde emek harcadıklarını görebilmesinde fayda vardır.  Bu bilgiyi sağlamanın bir yolu ise, her  milletvekilinin performansını rakamsal olarak gösteren bilgileri her ay halkın göreceği ve denetleyeceği şekilde, (örneğin bir web sitesi üzerinden) ortaya çıkarmak olabilir. Ayrıca, milletvekillerinin en azından Meclis çatısı altına gelmelerini ve oturumlara katılmalarını sağlamak için, maaşlarını azaltıp, Meclis’teki katılımlarına endeksli ücret sistemine geçmek faydalıdır.  Bu fikrin Avrupa Parlamentosu’nda uygulama analizi yapılmış durumdadır.