BİR MİLYON KELİME

Türkiye’nin beşeri sermayesini ve entellektüel kapasitesini artırmanın çok önemli bir yolu, bireylerin okuma alışkanlığını geliştirmektir. Bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, okuma yeteneği gelişmiş ve kitap okuma alışkanlığı olan öğrenciler, daha kolay problem çözen, daha yaratıcı, ve okuldaki başarısı (matematik ve fen dersleri dahil) daha yüksek öğrencilerdir. Kitap okumak, insan beyninin analiz yeteneğini artırmaktadır. Düzenli kitap okuma alışkanlığı olan insanların bilgi sentezi yapma ve değişik düşünce ve fikirleri karşılaştırıp analiz etme yetenekleri ilerler.

Dolayısıyla, çalışanının daha üretken, ortalama insanının daha akıllı ve yaratıcı olduğu bir toplum için insanlara okuma alışkanlığını aşılamak gerekir.

Bunu başarmanın bir yolu, Amerika’nın bazı yerlerinde uygulanan bir yöntemi Türkiye’de de uygulamak ve öğrencilerin, normal okul müfredatının dışında, yılda BİR MİLYON KELİME okumalarını sağlamaktır. Bu bir milyon kelime, ortaöğretim ve üstü öğrenciler için geçerli olup, yılda yaklaşık 25 kitap okumak anlamına gelir.

İlköğretim seviyesi öğrencileri için ise bu rakam daha düşük (500,000 kelime) olarak düşünülür, ve küçük yaşta öğrenciler için ana-baba desteği (çocuğun okumasına yardımcı olmak) gerekir başlangıçta.

Yılda BİR MİLYON KELİME yüksek bir rakam olarak gözükse de, bu aslında gerçekleşmesi son derece makul bir hedeftir. Bir çocuğun dersler haricinde yılda bir milyon kelime okuması, iki haftada bir kitap bitirmesi demektir ki, bu yüksek bir tempo degildir. GENEL KURAL, her akşam 30 dakika kitap okumaktır.

“Bir milyon kelimeyi oluşturan yaklaşık 25 kitabın hangi kitaplar olması gerekir?” sorusunun cevabı şudur: Çocuklar, tamamen kendi seçimleri olan, istedikleri bütün kitapları okuyabilmeli ve bu konuda devlet ya da öğretmenleri dahil, hiçbir kişi ya da kurum tarafından kısıtlama getirilmemelidir. Programın amaçlarından biri, çocuklara ders kitapları dışında yeni ufuklar açmak, kendi yollarını kendilerinin bulmalarına yardımcı olmak, ve sorgulayan, düşünen, tartışan bireyler olarak yetişmelerini sağlamaktır. Bu yüzden, NE İSTERLERSE ONU OKUMALARI son derece önemlidir.

İster “Tavla Şampiyonları” adında bir kitap , isterse “Evrenin Temel Kuralları” nı okusunlar; ister “Futbolun Tarihi” ile ilgilensinler, veya “Hz. Muhammet’in Hayatı,”  “Steve Jobs’ın Hayatı”, ya da “Hitler’in Hayatı”nı okusunlar; ister “Dinler Tarihi” isterse “Nobelli Fizikçiler” adlı kitaplar ilgilerini çeksin; yeter ki bir milyon kelime okusunlar yılda. İster Sait Faik, ister O’Henry hikayeleri, ister Yahya Kemal, ister Orhan Veli şiirleri okumak istesinler; ister Harry Potter’ın maceralarını, isterse Dedektif Ali Bey’in serüvenlerini okusunlar. İster kurgu bilim romanları, ister aşk romanları, ister macera romanları okusunlar. İster Tolstoy, ister Yunus Emre, ister Isaac Asimov okusunlar. Ne okurlarsa okusunlar; yeter ki yılda BİR MİLYON KELİME okusunlar.

Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, anne-babaları düzenli şekilde kitap okuyan çocukların kitap okuma alışkanlığı yüksektir. Bu şu demektir: Türkiye eğer kitap okuma alışkanlığı olan bir genç nesil yaratabilirse, o neslin cocuklarının da kitap okuyan bireyler olması daha kolay, nerdeyse kendinden oluşan, bir durum olacaktır.

Çocukları yılda BİR MİLYON KELİME okumaya teşvik eden bu projenin pratik zorlukları nedir? Bu projenin maliyetini kim karşılayacaktır? Her öğrencinin yılda bir milyon kelime, yani yaklaşık 25 kitap okuması demek, bu öğrencilerin velilerinin yılda 25 kitap satın almaları demekse, bu durum az gelirli aileler için zorluk teşkil edebilir. Fakat, yılda 25 kitap okumak, 25 kitap satın almak anlamına gelmez.

  • Bu projenin finansmanı için özel sektörün desteği kolaylıkla sağlanabilir. Ayrıca, okul kütüphanelerine kitap bağışı için toplum harekete geçirilebilir.
  • Okul ve semt kütüphaneleri bu projede önemli yeri olan birimlerdir. Türkiye’de hemen hiç rağbet görmeyen, çoğu zaman yeri bile bilinmeyen şehir kütüphanelerini yenilemek, modernleştirmek, insanlar icin cazip hale getirmek gerekir. Bunun dünyada nasıl yapıldığına örnekleriyle başka bir yazıda değineceğim. Fakat, insanları cezbeden, tertemiz, çok boyutlu kullanımı olan, ışıl-ışıl modern kütüphaneler yapmak ve “her semte bir cami” projesi gibi, “her semte bir modern kütüphane” projesini hayata geçirmek zor ve pahalı değildir.
  • Gelişmiş ülkelerde, son yıllarda kütüphaneler ödünç kitap verme vasıflarına ilave olarak “dijital kütüphane” olma yoluna girmişlerdir. Kütüphaneler kolleksiyonlarında bulundurdukları kitapların yanısıra, o kitapların elektronik versiyonlarını web-sitelerinde barındırırlarlar. Kütüphane üyesi olan kişi, kütüphanenin web sitesine bağlanarak ve üyelik numarasını girerek, istediği kitabın elektronik versiyonunu bilgisayarına ya da tabletine indirir ücretsiz olarak. Böylece “e-kitap” kütüphaneden ödünç alınmış olur. Herhangi bir kitabı kütüphaneden ödünç almak gibi, e-kitaplar ancak belirli bir süre (bir ay gibi) fonksiyonaldir; bu müddet sonunda okunamaz hale gelir, ve yeniden indirilmesi gerekir. Klasik kütüphanelere, “dijital kütüphane” ilavesi yapmak basit ve az masraflı bir tatbikattır.
  • Hükümetin uygulamaya çalıştığı “Fatih Projesi” isimli proje her öğrenciye bir “tablet” (iPad tipi cihazlar) vermeyi tasarlamaktadır. Bu projeden öğrencilerin fayda sağlayabilmeleri için o tabletlerin uygulanacağı eğitim platformlarını yaratmak gerekir. Yukarda bahsettigim “e-kitap” lara bu tabletler vasıtası ile ulaşmak Fatih Projesi’nin elle tutulur bir üretimi olabilir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin beşeri sermaye ve entellektüel güç eksikliğini gidermek  ve gerisinde kaldığımız Dünya Ekonomik Yarışı’nı kaybetmemek için bir an önce çalışmaya başlamak gerekir. Çok boyutlu bu problemin elle tutulur çözüm noktalarından biri Türkiye’nin bilgiye ulaşmayı bilen, düşünen, sorgulayan,  yaratıcı bireyler topluluğu durumuna gelmesidir. Bunun en önemli ve kuşaktan kuşağa etkili olacak yollarından biri, bireyleri kitap okur hale getirmektir. Bu hareketin kıvılcımı ise, öğrencilerin kitap okumaları ile, ne okurlarsa okusunlar, fakat yılda BİR MİLYON kelime okumaları ile sağlanabilir.

Her duyduğuna, her okuduğuna körü körüne inanmayan, kendi analizini yapma bilgi ve özgüvenine sahip, üretme heyecanı duyan, slogan atıcı değil, iş yapıcı, Dünya ile rekabet edebilecek yaratıcı insanlar bu özelliklerine okuma alışkanlığı olmadan kavuşamazlar.

Bağımsız düşünceye ve yaratıcılığa uzun bir yolculuğun sonunda ulaşılır. Bu yolculukta farklı fikirlerle, birbirine zıt görüşlerle, değişik düşünce tarzlarıyla karşılaşmak, değişik bakış açıları ile tanışmak sonucunda bilgili ve bilge insan ortaya çıkabilir.

Bu sebeple, çocuklar ister satın alıp okusunlar, ister kütüphaneden alıp okusunlar, ister evdeki kitabı okusunlar; ister kağıt kitap, ister e-kitap okusunlar; yeter ki okusunlar. Ernest Heminway okusunlar, Orhan Pamuk okusunlar, Gabriel Garcia Marquez okusunlar, Richard Feynman okusunlar, Jose Saramago okusunlar, Yasar Kemal okusunlar, Halide Edip Adıvar okusunlar, Stephen Hawking okusunlar… NE İSTERLERSE ONU OKUSUNLAR; yeter ki yılda BİR MİLYON KELİME OKUSUNLAR!

 

 

Entel-dantel, Fatih Sultan Mehmet, Victor Hugo ve Ekonomik Gelişme

Türkiye’de entellektüellerle  alay edilir.  “Entel” lakabı takılan ve “Entel-dantel” denilerek alay edilen, topluma yabancı olduğu düşünülünen bir insan tipidir Türk entellektüeli.

“Entel” lakabı entellektüel’in kısaltmasıdır.  Entellektüel, Türkçe’ye  İngilizce “intellectual” kelimesinden  girmiştir.  “Intellectual” zeki, akıllı ve bilgili anlamına geldiği iҫin, “entel” kelimesi, aklını kullanan, eğitimli, aydın insan demektir.   Okuyan, düşünen, aklını kullanan, fikirleri, felsefeleri  karşılaştıran, analiz yapabilen, fikir üreten, bilimsel metodu bilen, tarih ve sanat bilgisi derin entellektüel insanlar bir ülkenin düşünce liderleridirler.

Her toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de gerҫek anlamda entellektüel olmayan, fakat kendisine entellektüel havası vermeye ҫalışan insanlar tabii ki vardır.  Ayrıca, sahte olmayan, gercek Türk entellektüellerinin bile ne kadar üretken oldukları,  ülke ve dünya iҫin ne ölҫüde fikir ve bilgi üretebildikleri, topluma ne ölҫüde yol gösterici oldukları tartışılır.

Fakat  Türkiye’de entellektüeller, üretken olmadıkları iҫin değil, sıra dışı oldukları, herkes gibi olmadıkları iҫin küҫük görülürler.  Entellektüel, ya da “entel benzeri” insanlar Türkiye’de kolayca alay konusu olabilirler.  Örneğin, yabancı dil bilmeyen bir politikacı,  rakibi olan, üç  yabancı dil konuşan ve eğitimli başka bir politikacının yabancı dil bilmesi ile alay etmenin halk tarafından olumlu karşılanacağını düşünebilir ve haklı ҫıkabilir.

 Öte yandan, eğitim ile, bilgi birikimi ile, düşünce ve zeka ile alay etmek, cehalet ve aptallık ile övünmek anlamına gelir.

Tarihimizde bu durumun hep böyle olmadığını, tam tersine, bilgili, okumuş, entellektüel insanlara toplumun ve liderlik durumunda olanların değer verdiklerini biliyoruz.  Bunun en iyi örneklerinden biri, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Istanbul’u fethinden sonra şehre girerken kendisine verilen ҫiҫeklerin öğretmeni  Akşemsettin’e verilmesini istemesi, ve bir tevatüre göre, Akşemsettin’in atının ayağından sıçrayan  çamurun kaftanını kirletmesi üzerine, “Hocamızın atının ayağından çıkan çamur  bizim kaftanımızı kirletmez.  Öldüğümde tabutumu bu kaftanla örtün” diye vasiyet etmesidir.  Atatürk’ün bilime, sanata çok önem veren, okuyan, düşünen bir entellektüel olduğunu, ve Türkiye’nin entellektüel yapısını güçlendirmek için yaptığı çalışmaları  da biliyoruz.

Bilgiye, eğitime, yaratıcılığa, sanata önem veren bir kültürün, zaman iҫinde değişerek neden bilgi ve eğitimi değil, tam tersine cehaleti  takdir eden duruma geldiğini ve durumun kimlerin işine yaradığını  tartışmak önemli olsa da, daha önemli olan konu şudur: Entellektüellik ile, yani akıl, zeka ve bilgi ile alay eden bir toplumun ekonomik açıdan üretken olamayacağını, ve dolayısıyla fikir üreten “entel” ülkelerin arkasından kör-topal gitme durumunda kalacağını bilmek gerekir.

 “Entel” insan yaratmak yerine, “entel” vatandaşı ile alay edip onu küҫük görmeye çalışan bir toplum, bilimde , teknolojide, sanatta başkalarını  takip ve kopya etmekten başka ҫaresi olmayan, uzun vadede gelişmiş “entel” ülkelerin prangasız kölesi olmaya mahkum, ve ortalama gelir seviyesi o ülkeler seviyesine yükselemeyecek toplumdur.

Bu durumun çok basit  bir örneği Türkiye ile Fransa’nin karşılaştırılmasıdır. Paris’in göbeğinde, Latin Mahallesi denen yerde, Fransız Devrimi’nden önce yapılmış, Pantheon adında görkemli bir bina vardır.  Kilise olarak yapılan ve yıllarca kilise olarak kullanılan bu muhteşem bina, daha sonra Fransızlar tarafından ülkenin önemli entellektüellerinin defnedildiği bir “Anıt Kabir” haline getirilmiştir.  Fransa’nın önemli düşünür, bilim insanı ve yazarlarının gömüldüğü  bir mekân olarak kullanılan bu binaya girince,  Emile Zola’dan Voltaire’e, Marie Curie’den  Jean-Jacques Rousseau’ya ve Victor Hugo’ya kadar bir ҫok Fransız entellektüelinin binanın iҫindeki anıt mezarları, bu insanların Fransızlar iҫin ne derece önemli olduğu gerçeğini gösterir.

Kendi “Entel” insanına değer veren, kendi çocuğunun cahil değil entellektüel olmasını arzu eden toplum ise, araştırmaya, düşünmeye, tartışmaya, üretmeye, yeniliğe açık olur.    Böylelikle, o toplum dünyaca önemli sanatҫılar, bilim insanları, filozoflar üretir ve bu durum ülke insanının refahına da yansır.   Örnek: Türkiye’de şu ana kadar Nobel Ödülü alan bir kişi vardır (yazar Orhan Pamuk).  Fransa ise ekonomiden fiziğe, edebiyattan tıbba ve kimyaya kadar değişik alanlarda 67 Nobel ödüllü insan yaratmış durumdadır.  Bunun sonucu, Turkiye’de kişi başına gelir $10,000 iken, Fransa’da kişi başına gelir 43,000 dolardır.  Türkiye’de her doğan 1,000 bebekten 17’si ölürken Fransa’da her 1,000 bebekten sadece 4’ü hayatını kaybetmektedir.  Türkiye’de insan ömrü Fransa’dan 7 yıl daha azdır.  Diğer bir deyişle, neresinden bakarsanız bakın, Fransız insanının refahı, Türk insanından çok daha yüksektir.

Bu durumdan ҫıkış yolu var mıdır?  Tabii vardır.  Kültür değişimi sanıldığı kadar zor olmayan bir olgudur.  Toplumun liderlerinin etkisi ile ve eğitim sisteminde yapılacak bir-iki değişiklik ile bu ҫok gerekli değişimin kıvılcımı yaratılabilir.

Bunun pratikte nasıl yapılabileceğini (örnegin, ilkokuldan başlayarak uygulanması gereken basit fakat etkili bir projeyi, ve bazı seçkin lise ve üniversitelerde Türkiye’nin entellektüel  liderliğini yapacak yeni insan tipinin nasıl yetiştirilebileceğini) bundan sonraki iki yazıda açacağım.

Uruguay Kaldırımları, Kuru Kalabalık ve Tűrkiye’nin Yanlış Hedefi

Geçen ay, bir konfesansın açılış konuşmasını yapmak için Uruguay’ın başkenti Montevideo’daydım bir kaç gűn için. Uruguay, orta gelirli bir Latin Amerika űlkesi. Kişi başına gelirleri $16,000 (Tűrkiye’de kişi başı gelir yaklaşık $10,000). Montevideo’ya konferans başlamadan bir gűn önce giderek şehri görme fırsatım oldu.

Aşağıdaki fotoğrafı, kaldığım otelin yakınında, şehrin en gűzel en semtlerinden birinde çektim. Dikkatinizi çekmek istedigim nokta, kaldırıma döşenmiş olan taşların yerlerinden oynamış olmaları.

MOntevideo_1

İkinci, otobűslű fotoğraf, aynı kaldırımın 200 metre ilersindeki durumunu gosteriyor. Burada durum daha da kötű. Kaldırım taşlarının ötesinde, alttaki beton da kalkmış, ve yerini toprağa bırakmış.

Montevideo_2

Montevideo’yu bırakıp Istanbul’a dönelim. Aşağıdaki resim, Istanbul’un en gözde semtlerinden Kadıköy, Çiftehavuzlar’da Bağdat caddesi űzerinde çekildi. Montevideo kaldırımlarındaki problemin aynısı Istanbul’da da var. Çok iyi bildiğimiz űzere, Tűrkiye’de de kaldırım taşları yerinde durmaz; yapıldıktan űç ay sonra yerinden oynar, kırılır, ve yerini toz, toprak ve çamura bırakır.

Ist_1(Fotoğraf: Levent Őzsoy)

Gelir dűzeyi yűksek űlkelerde bu durumu göremezsiniz. Daha da enteresanı, bir űlkenin kişi başına gelirini yaklaşık olarak tahmin etmek için o űlkenin kaldırımlarına bakabilirsiniz. Kişi başına gelirin Tűrkiye ve Uruguay’dan da dűşűk olduğu űlkelerin şehirlerini ziyaret ederseniz (örneğin Moğolistan’in başkenti Ulanbatur), kaldırımların delik-deşik hali daha da vahimdir.

Peki bu durumun sebebi nedir? “Dűşűk gelirli űlke insanları, yaşadıkları çevrenin kalitesine önem vermiyorlar, ve kaldırımların ne durumda olduğu bu insanların öncelikli sorunu değil” denebilir. “Dűşűk gelirle yaşama çabası içinde olan insanlar için, kaldırımlara para harcamak bir lűkstűr” de denebilir.

Őte yandan, kaldırımları bozulacak ya da bozulmayacak şekilde yapmak fiyat açısından farklı değildir. Çimento her yerde aynı çimento ve yaklaşık aynı fiyata; kaldırıma döşenen taş da her űlkede aşağı yukarı aynıdır ve birim maliyetleri farklı değildir. Őyleyse, kalite farkını yaratan, Istanbul ve Montevideo kaldırımlarının 6 ay içinde bozulmasına sebep olan faktör nedir?

Bu faktör, işçi kalitesidir. Gerek Tűrkiye’de, gerek Uruguay’da ve diğer gelişen űlkelerde ve gerekse gelişmiş űlkelerde kaldırımlar vasıfsız işçiler tarafından yapılır. Fakat, Tűrkiye’de ve Uruguay’da kaldırımı yapan işçinin eğitimi ortalama 6 ya da 7 yıl iken, gelişmiş űlkelerde aynı işi yapan vasıfsız işçi 10-12 yıl okula gitmiştir.

Okuma-yazması olan fakat temel bilimsel eğitim almamış, bilimsel metot ve sebep-sonuç ilişkisi nedir bilmeyen, gűzel sanatlardan habersiz işçileri ne kadar zorlayıp denetleseniz de, kaliteli iş yaptıramazsınız.

Bunun bir önemi var mıdır?

“Yerinden oynayan kaldırım taşlarını 6 ay sonra tamir ederiz. Bir altı ay sonra bir daha tamir ederiz. Her altı ayda bir kaldırımları yeniden yaparız. Böylece, bu vasıfsız işçilere de istihdam yaratırız” diye dűşűnmek yanlış mıdır?

Bu dűşűnce, birden fazla sebep nedeniyle, yanlıştır. Birincisi, bir kerede ve kalıcı olarak yapılacak işi, űç kerede yaparsanız, o işin maliyetini űç misline çıkarmış olursunuz.

İkinci ve daha önemli nokta şudur: Kaldırımları doğru-dűrűst yapamayan işçilerin temsil ettiği o toplumun ortalama insanı, diğer űlkelerin çalışanları ile rekabet etmekte zorlanır.

Eğer işçi, yaptığı işin yanlış ya da eksik olduğunu anlayamazsa, kendisine verilen direktifleri takip edemez, işi yaparken pratikte karşısına çıkan űretim problemlerini farketmekten ve çözmekten aciz olursa, yapılan iş ne olursa olsun (inşaat, tekstil, turizm hizmeti, ya da herhangi baska bir űretim), o işçinin ortaya çıkardığı űrűn, kalite ve maliyet olarak Dűnya ile rekabet edemez.

Çok önemli, fakat farkedilmesi zor olan bir husus, Dűnya emek piyasalarının giderek entegre olduğudur. Finans piyasalarının entegre olduğu daha gözle görűlűr bir durumda iken, emek piyasalarının entegresi görűlmesi zor bir şekilde ilerlemektedir. Her çalışan insanın Dűnya’nin başka yerlerindeki işçilerle, farkında olmadan rekabet ettiğinin farkına varmak kolay değildir. Fakat, buğday tarımında çalışan ilkokul mezunu Tűrk çiftçisi, kendisinden daha eğitimli ve verimli Amerikan çiftçisi ile rekabet etmektedir farkında olmadan. Bundan 15-20 yıl öncesine kadar Istanbul ve Gaziantep’te imal edilerek ihraç edilen Tűrkiye’ye özel olduğu dűşűnűlen bakır cezve, bakır tencere, pirinç kahve değirmenlerini şimdi Fransız işçiler daha kaliteli ve daha ucuza yapıyorlarsa, Tűrk bakır ustası, Bakırcılar Çarşısı’ndaki dűkkan komşusu ile değil, Fransız bakır işçisi ile rekabet ediyor demektir.

Tűrk çalışanının “beşeri sermayesi” daha űretgen olmaya (kalite ve miktar açısından) yetmiyorsa, bu rekabette yenilmemek, bu yarışı kaybetmemek műmkűn değildir.

Bu uluslarasası yarışın her geçen gűn biraz daha gerisinde kalan bir űlke ne yapar?

1) Kendi insanının bu yarışta neden geri kaldığını sorgulamadan, űretkenliği dűşűk vatandaşlarının bu dűşűk űretkenlikleri sonucunda ortaya çıkmış olan dűşűk űcretlerini yapay bir şekilde telafi etmeye calışır. Bu nasıl yapılır? Dűşűk eğitimli ve dűşűk verimli insanların normal olarak dűşűk olan űcretlerine devlet takviyesi yapılır (para ya da gıda vs. yardımı olarak). Ayrıca, dűşűk űretkenlikten dolayı yűkselmiş olan űretim maliyetlerinin yapay bir şekilde űstű örtűlűr (sűbvansiyeler ve fiat teşvikleri ile). Bu çözűmlerin uzun vadede kalıcı olamayacağı göz ardı edilir.

Ya da:

2) Űlkenin liderleri, bu yarışta başarılı olmanın ve űlke insanının refahını yűkseltmenin tek yolunun, çalışanların űretkenliğini Dűnya ile rekabet edecek dűzeye getirmek olduğunu farkederler. Bunun yolunun ise, űlke insanının eğitim dűzeyinin ve eğitim kalitesinin yűkselmesi olduğunu görűrler.

Tűrkiye bu seçeneklerden hangisini seçmiştir dersiniz?

Tűrkiye’nin Tuhaf Hedefi:

Bazı politikacılar, Tűrkiye’nin hedefinin, önűműzdeki 20-25 yıl içinde Dűnya’nin en bűyűk 10 ekonomisi içine girmek olduğunu belirtiyorlar. Bu hedefin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışılırken, bunun doğru hedef olup olmadığı tartışılmıyor.

Dűnya’nın ilk 10 Ekonomisi arasına girme hedefi yanlış, ve  Tűrkiye için zararlı bir hedeftir. Çűnkű, bir űlke insanının refah dűzeyi, o űlke ekonomisinin bűyűklűğű ile ölçűlmez. Űlkedeki insanların refahı, o űlkede kişi başına dűşen gelir ile ölçűlűr.

İki űlke dűşűnűn: Birincisi űlkede 70 kişi yaşıyor, ve kişi başına gelir 100 dolar olsun. Dolayısıyla, bu űlkenin toplam milli geliri (ekonomisinin boyutu) 7,000 dolardır. İkinci űlkede 100 kişi yaşasın, ve bu űlkede kişi başı gelir 80 dolar olsun. Bu durumda, ikinci űlkenin ekonomisinin boyutu 8,000 dolardır. İkinci űlkenin ekonomisi daha bűyűk olmakla birlikle, ikinci űlke insanı birinci űlkenin insanından fakirdir.

Bu basit örneğin gösterdiği űzere, Dűnya’nın 10. ya da 15. bűyűk ekonomisi olmak o űlke insanının refahının göstergesi değildir. Daha çarpıcı olarak görmek istiyorsak, kendimize şu soruyu soralım: Hindistan’da mı yaşamak istersiniz yoksa İsviçre’de mi?

Hindistan, alım gűcűne göre ayarlanmış rakamlarla, 7 trilyon dolara yakın toplam gelir ile Dűnya’nın en bűyűk űçűncű ekonomisidir. İsviçre ise toplam sadece 600 milyar dolar civarı yıllık gelire sahiptir. Őte yandan Hindistan’da kişi başına gelir $5,000 iken, ortalama İşviçreli $56,000 gelir ile ortalama Hintli’den on kat zengindir.

Tűrkiye şu anda geleceğini İsviçre değil, Hindistan rotasına çevirmiş durumdadır. Nedeni de şudur. Tűrkiye’nin yıllık nűfus artışı, yűksek bir oran olan binde 12’dir. Dolayısıyla, Tűrkiye nűfusu her yıl bir milyon kişi artmaktadır. Bu nűfus artışını daha da hızlandırmak için aileler teşvik edilmektedir.

Hızla artması istenen bu nűfusun eğitimini ve űretkenliğini artırmaya yönelik bir çaba yoktur. Bu durumda 15-20 yıl sonra ortaya çıkacak olan durum şudur: Tűrkiye’de az eğitimli, az űretken ve dolayısıyla az gelire sahip kuru bir kalabalık oluşacaktır. Bu kuru kalabalıktan oluşan işgűcű dűşűk űcretlerle çalışmaya mahkum, işsizlik oranı yűksek ve bu tuzaktan çıkışı műmkűn olmayan bir insan kűtlesi haline gelecektir.

Yapılması gereken nedir?
1) Nűfus artış oranının yűkselmesi değil, dűşmesi gerekir.
2) Kadınların iş gűcűne katılmasını sağlayacak maddi ve manevi teşvikler uygulamak gerekir. Her dört kadından sadece birinin çalıştığı bir toplum ekonomik olarak gelişemez.
3) Bilimsel metodu bilen, doğru analiz yapabilen, bilgi űretebilen, bilgiye ulaşmayı ve bilgiyi kullanmayı beceren, Dűnya ile rekabet edebilecek eğitim, ve kűltűr donanımına sahip işgűcű yaratmak gerekir. Bunun için:

Çalışma yaşındaki insanların eğitimini ve űretkenliğini yűkseltmek için Dűnya standardında, ve 21. yűzyılın modern bilimsel eğitimin metoduna dayalı bir eğitim tedrisatını gerçek anlamda, kesintisiz 12 yıl sűreli olarak, űlkenin her yerinde uygulamaya geçirmek gerekir.

Eğitim kalitesini artırmak için űretken ve yaratıcı insanları öğretmenlik mesleğine çekmek gerekir. Bunun için de öğretmenliği maddi açıdan cazip hale getirmek, ve aynı zamanda, öğretmenlere (bazı űlkelerde yapıldığı gibi) öğrenci başarısına endeksli prim sistemi getirmek gerekir.

Űlkenin kısa vadede ihtiyacı olan eğitimli iş gűcűne katkı yapmak amacıyla, lise ile űniversite arası köprű görevi görecek olan, lise mezunlarının kabul edileceği 2 yıllık ön-lisans okullarını yaymak gerekir.

Orta yaş grubunda olan ve istihdam ve iş tecrűbesine sahip fakat dűşűk eğitimli iş gűcűnűn verimliliğini artırmak için, yeni beceriler öğretmeye (re-tooling) yönelik, iş saatleri dışında gidilecek eğitim programlarını başlatmak gerekir.

Sonuç olarak, bűtűn bunların ötesinde sorulması gereken temel soru, nereye gittiğimizin farkında olup olmadığımızdır.

 

Tűrk Kadını ve Tűrkiye’nin Milli Geliri

Bir önceki yazıda, bir űlkede kişi başına çalışılan saat miktarının dűşűk olmasının, o űlkenin refah dűzeyine (kişi başı milli gelire) doğrudan olumsuz etkisi olduğunu belirttim.  Tűrkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) űlkeleri içinde, kişi başına çalışma saatinin en dűşűk olduğu űlke.   Dolayısıyla, bu durum, Tűrkiye’nin gelir seviyesinin dűşűk olmasının en önemli nedenlerinden biri.

Bu yazının konusu ise, Tűrkiye’de  kişi başına çalışılan saat miktarının neden dűşűk olduğunun biraz daha açılması.

Kişi başına çalışılan saat miktarı, űlkede bir yıl içinde çalışılan toplam saat miktarının, çalışma yaşında olan (15-64 yaş arası) nűfusa bölűnmesi ile bulunur.

Bu ise, aşağıda denklemde görűldűğű űzere, iki parçaya ayrılabilir.  Bunlardan birincisi, çalışan insanların kaç saat çalıştıkları; ikincisi ise, toplumdaki insanların yűzde kaçının çalıştığıdır.  Bu ikinci terime “istihdam oranı” diyoruz.EquationÇalışan insan başına dűşen çalışma saati arttıkça, yani her çalışan kişi daha fazla çalıştıkça (Yukardaki eşitlik işaretinin sağındaki birinci terim), toplumda fert başına dűşen çalışma saati artar. Aynı şekilde, toplumun çalışan insan oranı arttıkça, (eşitlik işaretinin sağındaki ikinci terim), o űlkede kişi başına dűşen çalışma saati artar.

Aşağıdaki grafik, OECD verileri kullanarak, Tűrkiye’de ve diğer bazı űlkelerde çalışan insanların yılda kaç saat çalıştıklarını gösteriyor.Fig1

Őrneğin Norveç ve Danimarka’da çalışanlar yılda ortalama yaklaşık 1,480 saat çalışırken, bu rakam Fransa’da 1,500 saat. Gűney Kore’de çalışan insanlar yılda ortalama 2,234 saat çalışırken, Japon çalışanı, o űlkenin űretimine yılda 1,800 saat katkı yapıyor.

Tűrkiye’de çalışan insanlar yılda ortalama 1,830 saat çalışıyorlar.  Bu rakam, diğer bazı űlkelerin çalışanlarına kıyasla dűşűk olmakla birlikte, OECD ortalamasının űstűnde.  Bu demek oluyor ki, Tűrkiye’de çalışan insan, diğer űlkelere kıyasla daha az çalışmıyor.

Şimdi de, değişik űlkelerdeki istihdam oranlarına, yani, o űlkelerde çalışma yaşında olan insanların yűzde kaçının çalıştığına bakalım.  Aşağıdaki grafikte görűldűğű űzere, çoğu űlkede, istihdam oranı %65 civarındadırBu demektir ki, 15-64 yaş arası her 100 kişiden 65 tanesi o toplumda bir iş yapmaktadır.  İsviçre, Lűksemburg gibi bazı űlkelerde ise bu oran %85’leri geçmiş durumdadır

Fig2Tűrkiye ise,  istihdam oranının OECD űlkeleri içinde en dűşűk olduğu űlkedir. Tűrkiye’de çalışabilecek yaşta olan her 100 kişiden sadece 45’i çalışmaktadır.

Tűrkiye’deki bu derece dűşűk çalışma eğiliminin nedenlerini açıklamadan önce, basit bir örnek vererek bu durumun sonuçlarını bir kez daha görmekte fayda var.

İki űlke dűşűnűn.  İkisinin de nűfusu 100 kişi olsun.  Her iki űlkede de 15 yaş altı ve 64 yaş űstű (yani, çok genç ya da emekli olabiliecek yaşta olan) 20 kişi olsun.  Bu demektir ki, her iki űlkede de çalışabilecek yaşta olan 80 kişi vardır.  Bu űlkeler aşağıdaki tablonun iki satırında gösterilmiş durumdalar.   Sarı rankle gösterilen birinci űlkede, çalışabilecek olan 80 kişiden 50si çalışmak istesin.  Bu 50 kişi, űlkedeki işgűcű sayısıdır.  Bu sarı űlkede işsizlik oranı %10 olsun.  Bu demektir ki, bu birinci űlkede çalışmak isteyen 50 kişiden %10’u (5 tanesi) iş bulamayacak, geri kalan 45 kişi çalışacaktır.  Bu 45 kişi, űlkedeki istihdamdır.  Çalışan her 45 kişi yılda 2,000 saat çalışırsa, bu ekonomide yılda toplam 90,000 saat çalışılmış olur. Űlkedeki işçi verimliliğinin 5 olduğunu varsayarsak, bu demek olur ki, bu űlkede  90,000 saat toplam çalışma ile űlkenin milli gelir $450,000 olacaktır.  Űlkede 100 kişi yaşadığına gore, űlkenin $450,000 toplam űretimi (milli geliri) 100 kişiye bölűnűnce, űlkede kişi başı gelir $4,500 olacaktır.

LongTableŞimdi, mavi rekle gösterilen ikinci űlkeye bakalım. Bu űlkede de yaşıyan insan sayısı 100, ve çalışabilecek insan sayısı 80.  Mavi renkle gösterilen bu ikinci űlkenin diğerinden tek farkı,  bu ikinci űlkede 50 yerine 70 kişinin çalışmak istiyor olması. Bu űlkede de, diğeri gibi, işsizlik oranı 10% olduğu için, çalışmak isteyen bu 70 kişiden ancak 63 tanesi çalışabilir olsun.  Bu insanların her biri, diğer űlkedeki gibi, yılda 2,000 saat çalışsınlar ,ve űretkenlikleri de diğer űlke ile aynı olsun.

Tabloda belli olduğu űzere, bu iki űlke birbiri ile her bakımdan aynı olmakla birlikte, ikinci űlkenin iş piyasasında çalışan (istihdam olan) insan sayısı daha yűksek olduğundan, ve dolayısıyla bu űlkede toplam daha fazla saat çalışıldığı için, bu ikinci (mavi) űlkede toplam milli gelir $630,000 olacak, ve bu gelir 100 kişiye bölundűğűnde kişi başı milli gelir $6,300 olacaktır.

Sonuç olarak, birinci űlkede, 45 kişi 100 kişiyi beslemek için çalışırken, ikinci űlkede, 100 kişiyi desteklemek icin 63 kişi çalışmaktadır ve bu yűzden ikinci űlkenin ortalama insanı daha zengindir.

Peki, Tűrkiye’de insanların çalışma oranları neden dűşűk?  Bunun cevabını vermeden önce, toplam istihdamı erkek ve kadın olarak ayıralım ve ortaya çıkan tabloya bakalım.

Table

Yukardaki  tabloda görűldűğű űzere, Dűnya’nın bir çok űlkesinde erkek nűfusun %75 – %80’i çalışmakta iken, Tűrkiye’de bu oran %66’dır.  Diğer bir deyişle, Alman erkeklerinin yűzde 76’sı, Meksika’lı erkeklerin 81’i, Rus erkeklerinin yűzde 73’ű, Japon erkeklerinin yűzde 89’u  çalışırken, Tűrk erkeklerinin sadece yűzde 66’sı çalışmaktadır.

Daha da vahimi, başka űlkelerde kadınların yaklaşık %65’i çalışmakta iken, Tűrkiye’de her 4 kadından ancak biri çalışmaktadır.

Őzet olarak, Tűrkiye’deki durum şudur: Çalışan insanlar, yılda çalışılan saat miktarı olarak, Dűnya ortalamasının uzerinde çalışmaktadırlar.  Őte yandan, toplumun önemli bir kısmı hiç çalışmamaktadır.  Toplumun (erkek-kadın) %45’ı çalışarak, hem kendilerini hem de çalışmayan %55’i destekler durumdadır.  45 kişinin elde ettiği gelirle 100 kişiyi destekleyen bir ekonomide, kişi başına geliri hizla bűyűtmek hayali, gerçeklerle çelişmektedir!

Őzellikle Tűrk kadınlarının istihdam oranının bu derece dűşűk olması Tűrkiye’nin gelişme çabaları önűndeki en bűyűk engeldir.

Dűnya’nın gelişmiş ve hızla gelişen ekonomileri, kendi űlkelerinin kadın-erkek tűm beşeri sermayelerini kullanarak vatandaşlarının gelirini ve dolayısıyla refahını hızla artırmaya çalışırken, Tűrkiye’deki durum, kadınların ekonomik hayatın bu derece dışında olmasından dolayı, tek ayakla koşmaya çabalayarak, iki ayağını da serbestçe kullanan diğer koşucularla yarış etmeye benzer.

Burada akla hemen şu gelebilir.  Tűrkiye’de kadınların dörtte űçű ev dışında çalışmıyorlar; fakat bu demek değildir ki, bu kadınlar topluma katkıda bulunmuyorlar.  Çalışmayan ev kadınları, evde çocuk bűyűterek, hane içi űretim yaparak (ev işi, yemek, vs.) ailelerine ve topluma ekonomik katkıda bulunmaktadırlar.  Bu doğru bir gözlemdir.  Gerçekten de, özellikle gelişmekte olan ekonomilerde bu tip kayda geçemeyen faaliyetler, milli geliri olduğundan daha dűşűk göstermektedir.  Őrneğin, lokantada yemek yediğinizde, bu yemeği ortaya çıkaran aşçının ve garsonun emeği, milli gelirin bir parçası olarak kayda geçer, fakat aynı yemeği evde pişirdiğinizde, yemek yapmak ve sunmak için harcanan zamanın değeri, gayri safi milli hasıla içinde gözűkmez.  Fakat bu durum, az çok her űlkede geçerlidir, ve ekonomistlerin yapmış oldukları çalışmalar göstermiştir ki, bu şekilde kayda girmeyen (ev içinde yapılan) ekonomik faaliyetleri hesaba katmak, kişi başına gayri safi milli hasılayı ölçűde (fakir űlkelerde bile) değiştirmez.

Ayrıca, çocuk bűyűtmek, ev űretimine katkıda bulunmak gibi faaliyetler, sadece Tűrk kadınına mahsus değildir.  Kadınların %60, %65 gibi oranlarda çalıştığı űlkelerde de çocuklar bakılmakta, yemekler yapılmakta, aile hayatları yaşanmaktadır. Kadınların yűksek oranda çalıştığı toplumlarda, çocuklar okulda daha az başarılı, aileler daha az mutlu değildir.

Çalışma oranının bu derece (özellikle kadınlar için) dűşűk olmasının sebepleri arasında yanlış ve ters vergi ve teşvik politikaları, iş piyasalarında kadınlara karşı ayrımcılık, eğitimsizlikten kaynaklanan işçi vasıfsızlığının yol açtığı űcret dűşűklűkleri, ve kadınların ekonomik ve sosyal hayattaki rolű hakkında toplumun  tavrı vardır.  Yapılmış olan bilimsel çalışmalardan edinilen bilgiler ışığında, doğru politikalarla bu problemi çözmek zor değildir.  Bilimsel kökenli çözűmlerin neler olduğunu daha sonraki yazılarda belirteceğim.

 

TŰRK İNSANI ÇALIŞKAN MI?

“Tűrk insanı çalışkan mı?”  Bu sorunun objektif cevabını vermek için, Tűrkiye’de insanların ne kadar çalıştığına ve bu miktarın diğer űlkelere kıyasla ne durumda olduğuna bakmak gerekir.  Her űlkede bir yıl içinde çalışılan toplam saat miktarını, o űlkenin çalışma yaşında olan (15-64 yaş arası) insan sayısına bölersek çıkan rakam, o űlkede çalışma yaşındaki insanların yılda ortalama kaç saat çalıştıklarını gösterir.

Aşağıdaki grafik, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD)’den alınan verilerle, Tűrkiye’de ve bazı diğer űlkelerde yıllık ortalama çalışma saati miktarlarının 1990’dan bu yana durumunu gösteriyor.

Mankiw_Turkiye_2

Görűldűğű űzere Tűrkiye’de kişi başına yıllık çalışma saati ortalama 850 civarı iken, Fransa’da insanlar yılda yaklaşık 950 saat çalışıyorlar.  Almanlar kişi başına yılda ortalama 1,050 saat çalışırken, bu rakam İngiltere’de 1,200 saate ulaşmış durumda.

Tűrkiye, OECD űlkeleri arasında, kişi başına çalışma saati açısından, insanların en az çalıştıkları űlke.

Aşağıdaki tablo, bu durumu başka bir şekilde gösteriyor.  Bu tabloda űlke isimleri birinci sűtunda, bu űlkelerde 2005-2012 arasında kişi başına çalışılan ortalama saat miktarı ikinci sűtunda gösterilmiş durumda.  Tablonun űçűncű sűtununda ise, her űlkedeki ortalama çalışma saatinin Tűrkiye’ye oranla ne durumda olduğu gösteriliyor.   Őrneğin, Tűrkiye’de 2005-2012 arası kişi başı ortalama çalışılan saat 844 iken, İtalya’da bu rakam 1,141.  Diğer bir deyişle, űçűncű sűtunda gösterildiği űzere, İtalya’da Tűrkiye’den %35 daha fazla çalışılıyor.

Tablo_1

Tűrkiye ile diğer űlke insanlarının çalışma eğilimleri arasındaki uçurum âşikar.  Őrneğin, Kanada’ da fert başına Tűrkiye’ye oranla %51, Gűney Kore’de ise %76 daha fazla çalışılıyor.

Tűrkiye’de kişi başına çalışma saatinin neden bu kadar dűşűk olduğunu bir sonraki yazıda açıklayacağım.  Fakat daha önce, bu kadar az çalışmanın toplum refahına olan etkisini açıklamakta fayda var.

Bir űlkenin refah seviyesinin  önemli göstergesi, o űlkede kişi başına dűşen gelirdir.  Bu da, o űlkede bir yıl içinde elde edilen Gayrı Safi Milli Hasılanın (GSMH) o űlkedeki insan sayısına bölűnmesiyle elde edilir.

Bu terimin (Gayri Safi Milli Hasıla – GSMH) Tűrkçesi ise űlkede űretilen mal ve hizmetlerin, ve dolayısıyla, ortaya çıkarılan űretimin toplam değeri.  Bunun içinde űlkede űretilen her şeyin değeri var.  Çiftçilerin űrettiği buğday, karpuz ve elma, balıkçıların tutup sattığı balık, inşaat işçisinin,  mimarının ve műhendisinin çalışmasıyla űretilen binaların değeri, otellerin ve lokantaların műşterilere sundukları hizmetler, seyyar satıcının sattığı malın katkısı, banka memurunun műşterisine verdiği hizmetin değeri, doktorun hasta muayene ederken ortaya çıkardığı sağlık hizmetinin değeri; kısaca toplumda ne űretilmiş ise, onların toplam değerlerine GSMH diyoruz.  Bu ortaya çıkan toplam değer, tabii ki toplumun bireylerine gelir olduğu için, GSMH o űlkenin toplam geliri anlamına geliyor.

GSMH’yı insan sayısına (Toplam Nűfusa) böldűğűműzde, o űlkedeki kişi başına geliri buluyoruz.

Eq1_10

Kişi başına gelir Tűrkiye’de yaklaşık 11,000 dolar iken, bu rakam İspanya’da 30,000 dolar, Fransa’ da 43,000 dolar, Almanya’da 46,000 dolar ve ABD’de 53,000 dolardır.

Ortalama vatandaşın refah dűzeyini gösteren kişi başına geliri, geçici değil, kalıcı olarak yűkseltecek politikaların tesbit edilmesi ve uygulanması, her űlkede ekonomistlerin ve politikacıların hedefleri arasındadır.

Kişi başına gelir (GSMH’nin Toplam Nűfusa bölűnmesi), aşağıda gösterildiği űzere, 3 parçaya ayrılabilir.

Eq2_12Bu demektir ki, toplumun refahının göstergesi olan Kişi Başına Gelir,  yukardaki eşitliğin sağ tarafında olan 3 terimin çarpımına eşittir ve dolayısıyla bu terimlerden etkilenir.  Bu terimlerin artması, kişi başına dűşen gelirin yűkselmesini sağlar.  Bu terimleri teker teker inceleyelim.

Eq3_8    Bu terim, toplumun 15-64 yaş grubundaki insan sayısının toplam nűfusa oranını gösterir.  Bu oran yűksek ise, çalışabilecek durumda olan (yani çok genç ya da çok yaşlı olmayan) insanların oranı toplumda yűksek demektir.  Bu oranın yűkselmesinin kişi başına dűşen gelir miktarını nasıl etkilediğini görmek için basit bir örnek dűşűnelim.  Űlke 100 kişiden oluşsun ve bu nűfusun 50 kişisi 15-64 yaş arasında olsun.  Bu insanların hepsi çalışıp űretse bile, toplumun ortalama geliri, bu 50 kişinin űrettiği gelirin toplam nűfus olan 100 kişiye bölűnmesi ile oluşacaktır.  Őte yandan, aynı űlkede 15-64 yaş grubunda 50 yerine 80 kişi olduğunu varsayalım.  Bu durumda, űretim potansiyeli olan insan sayısı daha fazla olduğu için, bu insanların çalışması durumunda, 80 kişinin űretimi 100 kişiye pay edilecek, ve dolayısıyla, kişi başına gelir miktarı daha yűksek olacaktır.

15-64 yaş grubunun nűfusa oranı bir çok űlkede %65 civarındadır ve zaman içinde fazla değişmez.  Bu oran Tűrkiye’de %67’dir.  Bu demektir ki, Tűrkiye’nin kişi başına gelirinin diğer űlkelere göre dűşűk olmasının nedeni, çalışma yaşındaki nűfus oranının dűşűklűğű değildir.

Eq4_8   Bu terim, űlkedeki toplam űretimin toplam çalışma saatine bölűnmesi ile elde edilir, ve dolayısıyla saat başına elde edilen űretimi belirtir.  Bu ise, o űlkenin verimlilik dűzeyinin bir göstergesidir.  Bu oranın artması, her bir çalışma saati ile daha fazla űretim yapıldığı anlamına gelir; ve bu da ortalama geliri (kişi başına geliri)  artırır.

Çalışılan her bir saat başına elde edilen űrűn miktarını gösteren bu terimi nasıl artırabiliriz űlke ekonomisinde?  Bu terimi artırmanın bir yolu çalışanların daha fazla teknoloji ve fiziki sermaye kullanmalarıdır.  Őrneğin, bir  işçinin kazma kűrek kullanarak 2 saatte yaptığı bir işi, başka bir işçi makine kullanarak bir saatte yapabiliyorsa, bu demek olur ki, aynı űretim daha az saatte yapılmıştır; ve bu da űretkenliğin artması anlamına gelir.

Fakat, űretkenliği, yani saat başına elde edilen űrűnű, yeni teknolojiler kullanarak artırmak, özellikle gelişmekte olan űlkelerde sűrekli olarak uygulanabilecek bir strateji değildir.  Őrneğin bankada çalışan memurların bir mesai saatinde  űrettikleri hizmet miktarını, bu bankalara bilgisayar ve para sayma makineleri alarak artırabiliriz.  Fakat bu űretkenlik artışını sűrekli olarak tekrar edebilmek zordur, çűnkű para sayma makinelerinin ve bilgisayarların hızı her yıl, bir önceki yıla göre, artmaz.  İnşaatlarda kazma-kűrek yerine harç makinesi kullanarak işçinin űretkenliğini dört katına çıkarabilirsiniz, fakat harç makinesi teknolojisi sűrekli olarak aynı hızda gelişmediği için inşaat işçisinin űretkenliğini sűrekli olarak artırmak zordur.

Ayrıca ve çok önemli olarak, şunu da hesaba katmak gerekir ki, artan teknolojileri etkili olarak kullanabilmek için çalışanların eğitim dűzeyi ve kalitelerinin de artması gerekir ki, bu da eğitim dűzeyi dűşűk űlkeler için bir handikaptır.

Dolayısıyla, çalışanların űretkenliğinin göstergesi olan saat  başına elde edilen mal ya da hizmet miktarını (İngilizce’den adapte tabiriyle, produktiviteyi) sűrekli olarak artırmak çok zordur.

Gelelim űlkedeki kişi başına geliri belirleyen son terime: Eq5

Yazının başında belirtildiği űzere, bu terim, 15-64 yaş arasında olan, çalışma yaşındaki insan grubunun yılda ortalama kaç saat çalıştığını gösterir.  Bu rakam Tűrkiye’de yaklaşık  850 saat iken, Slovakya’da 1,020, Almanya’da 1,054, Polonya’da  1,155,  ABD’de 1,200 Japonya’da 1,400 saatdir.

Tűrkiye’de  kişi başına çalışılan saat miktarının bu derece dűşűk olmasının Tűrkiye’nin gelir seviyesinin dűşűk olmasına doğrudan etkisi vardır.  Diğer bir deyişle, çalışılan saat miktarının yűkselmesi, kişi başına dűşen geliri yűkseltecektir. Daha da önemlisi, çok basit teşvik politikaları ile kişi başına çalışılan saat miktarının artmasını sağlamak, (hem de kısa vedede), zor değildir.

Tűrkiye’nin kişi başına geliri 11,00 dolar civarındadır.  Bu rakamı, on yıl içinde, bu seviyeden 17,000 dolar seviyesine  yűkseltmek hedefi koyduğunuzu farzedelim (ki, bu da Uruguay ve Slovak Cumhuriyeti’nin bugűnkű gelir dűzeyidir).  Bu, gűzel bir hedef olmakla birlikte, böyle bir amacın gerçekleşmesi, eğer Tűrkiye’de kişi başına çalışma saati artmaz ise, műmkűn değildir.

Diğer bir deyişle, birisinin size şunu söylediğini  dűşűnűn. “Ben de komşum kadar zengin olmak istiyorum.  Ama, komşum kadar eğitimim yok. Ayrıca, komşum kadar çalışmak ta istemiyorum! Nasıl zengin olurum?””

Böyle bir sorunun cevabını vermek için ekonomist olmak gerekmiyor.

Sonuç olarak, az çalışma ile çok űretim ve çok gelir elde etmek, eğitim seviyesi ve beşeri sermayesi dűşűk olan űlkelerde imkân dahilinde değildir.

Tűrkiye’de kişi başına çalışılan saat miktarının dűşűk olmasının sebebi nedir? Bu problemin çözűmű var mıdır?  Evet vardır!  Bunu, bir sonraki yazıda anlatacağım.

Seçim Nasıl Kazanılır (ve Kaybedilir)?

Yaklaşan seçimler öncesinde, partilerin almaları gereken önemli bir karar, ellerindeki kaynakları en etkin biçimde nasıl kullanacakları.   Diyelim ki, partinizin seçim bűtçesi 50 milyon TL, ve sizin adaylarınız 85 seçim bölgesinde diğer partilerin adayları ile yarışacaklar.  Elinizdeki bűtçeyi bu 85 seçim bölgesi arasında nasıl pay edeceksiniz?  İlk akla gelen, ve mantıklı gözűken cevap, bűtçeyi her bölgeden çıkacak milletvekili sayısına oranlı şekilde dağıtmak.  Őrneğin  Bursa’dan 18 milletvekili çıkacağına göre, ve bu rakam seçilecek toplam 550 milletvekilinin yaklaşık %3’ű  olduğuna göre, Bursa’daki seçim kampanyası harcamaları için bűtçenin %3’ű ayrılmalı denebilir.

Bu yanlış bir karar olur.

Ekonomistlerin bu soruya vereceği cevap şudur:  Her seçim bölgesinde harcanacak her bir TL’sının ne kadar etkili olacağını öğrenmek, ve bűtçeyi bu hesaba göre, paranın en verimli olacağı yerlere aktarmak gerekir.

Harcanacak paraların hangi bölgelerde ne kadar etkili olacağını nasıl anlayacağız?   Bunun cevabını verebilmek için, öncelikle, her seçim bölgesinde milletvekilliklerinin oylara göre nasıl  dağıtıldığını bilmek gerekir.

Tűrkiye’de kullanılan seçim metodu, nisbi temsil d’Hondt metodudur. Bu metodun detayını bir örnekle anlatmak daha kolay. Diyelim ki, bir şehirden 7 milletvekili çıkacak.  Her parti, seçimden önce, kendi partisinin 7 milletvekili adayının sıralandığı listeyi ilan eder.

Őrnek olarak, seçime giren 5 parti olduğunu varsayalım.  Bu partilere A partisi, B partisi, C partisi, D, ve E partisi diyelim ve bu 5 partinin de ulusal seçim barajını aştığını varsayalım. Bu şehirde A partisi oylarin %33’űnű almış olsun.  B partisi %25 oy alsın.   Diğer partilerin oy oranlarının da şu şekilde olduğunu varsayalım: C partisi: %20,  D partisi: %12,  E partisi: %10.

Seçimden sonra, her partinin aldığı oy oranı, sırasıyla  1’e, 2’ye, 3’e, 4’e, 5’e, 6’ya ve 7’ye bölűnűr.  Bu bölűmlerden ortaya çıkan rakamların en bűyűk 7 tanesi hangi partiye ait ise, o partilerin listelerindeki adaylar sıra ile milletvekili olma hakkını kazanırlar.

Aşağıdaki tablo bu hesabı gösteriyor.

tablo_1

Parti isimleri birinci sűtunda belirtilmiş durumda.   Bu şehirden 7 milletvekili çıkacağı için, her partinin oy oranı sırayla 1’den 7’ye kadar bölűnűyor.   Őrneğin, A partisinin aldığı oy oranı %33.  A partisinin aldığı oyu 1’e bölersek 33,  2’ye bölersek 16.5,  3’e bölersek 11, 4’e bölersek 8.3, vs. buluyoruz.  B partisinin aldığı oy oranı %25.  Bunu 1’e bölersek 25, 2’ye bölersek 12.5,….. 7’ye bölersek 3.6 buluyoruz. Bu bölmelerin sonucunda ortaya çıkan en bűyűk rakamlar koyu siyah ile belirlenmiş durumda. En bűyűk  rakam 33, ve bu rakam A partisine ait.  Bu demektir ki, ilk milletvekili A partisinden seçilmis durumda.  İkinci bűyűk rakam 25, ve B partisine ait.  Bu demek ki, bu şehirden seçilen ikinci vekil, B partisinden.  En bűyűk űçűncű rakam 20, ve C partisine ait; yani şehrin űcűncű milletvekili C partisinden, vs.

Sonuç olarak, bu şehirden çıkacak 7 milletvekilinden űçűnűn A partisinden, ikisinin B partisinden çıktığını, C ve D partilerinin ise birer milletvekili kazandığını görűyoruz. E partisi ise milletvekili çıkaramamış durumda.

Şimdi aynı şehre bir daha bakalım.  Fakat,  B partisinin %2 oyu E  partisine kaymış olsun.  Yani, diğer partilerin oy oranları aynı kalsın, fakat sadece B partisinin oyu % 25’ten  %23’e insin ve E partisinin oyu %10’dan %12’ye çıksın.  Bu %2 lik oynama bakın ne ciddi bir sonuç değişikliği yaratacak.

Tablo_2_2

Yukardaki tablo bu yeni oy dağılımının sonucunu gösteriyor. % 2’lik oyun B Partisi’nden E Partisi’ne kayması, A partisinin milletvekili sayısını 3’ten 2’ye indirirken  E partisinin milletvekili sayısını sıfırdan bire çıkardı.  Yani, %2’lik oyun B’den E’ye kayması, A Partisi’nin milletvekili koltuğunu E partisine getirdi.  Tabloda, A partisinin kaybettiği vekillik kırmızı, E partisinin kazandığı vekillik ise yeşil renkle gösteriliyor.

Bu örnek gösteriyor ki, Tűrkiye’deki seçim sisteminin yapısı nedeniyle çok kűçűk oy kaymaları, bir ilden çıkacak bir ya da daha fazla milletvekilinin bir partiden diğerine gitmesine yol açabilmektedir.


Şimdi, 2011 seçimlerinde ortaya çıkmış olan GERÇEK örneklere bakalım.  Yerimiz kısıtlı olduğu için űç örnekle yetineceğiz: Bursa, Bolu ve İzmir-Birinci Bölge sonuçları.

2011 BURSA Seçimi:

Kayıtlı seçmen: 1,876,748; Oy kullanan: 1,678,968; Oy kullanmayan: 197,780; Milletvekili sayısı: 18

Barajı geçen partilerin oyları:

AKP: 875,380 (52.14%); CHP: 412,887 (24.59%); MHP: 238,137 (14.18%)

Partilerin kazandıkları milletvekili sayıları:

AKP: 11; CHP: 5; MHP:2

2011’deki bu seçimde, Bursa’da ortaya cıkan bu sonucun yerine eğer şöyle bir durum olsaydı:

AKP’ye oy veren 875,380 secmenden sadece 474 kisi AKP yerine MHP’ye oy vermis olsaydi, veya 2,212 kişi AKP yerine başka bir partiye (mesela CHP’ye) oy vermiş olsaydı, veya

Oy kullanmamış olan yaklaşık 198,000 kişiden sadece 604 kişi, oy kullanıp oyunu MHP’ye vermiş olsa idi:

AKP 11 degil 10 vekil kazanacaktı. MHP’nin vekil sayisi ise 2 degil, 3 olacaktı.

 Őte yandan, CHP’nin Bursa’dan bir vekil daha çıkarabilmesi için ya AKP’den yaklaşık 41,800 kişiyi, ya da başka partilerden 64,600 kişiyi kendi safhına çekmesi gerekirdi ki, bu kolay değil.

Aynı şekilde, Bursa’da AKP’nin  bir vekil daha kazanabilmesi (11 yerine 12 vekil çıkarması) zordu.  Bu iş için AKP’nin CHP’nin 34,000 seçmenini kendisine çekmesi, veya diğer partilerden 115,500 oy kazanması gerekiyordu ki, bu daha zor ve daha çok efor gerektiren bir hamle.

Bu durum şunu gösteriyor ki, CHP ve AKP Bursa’da bir milletvekili daha fazla çıkarma şansından uzaktılar. Fakat MHP, çok az bir gayretle bir milletvekili daha çıkarma şansını heba etti 2011 yılında Bursa’da.

2011 BOLU Seçimi: 

Kayıtlı seçmen: 200,401 ; Oy kullanan: 180,153; Oy kullanmayan: 20,248; Milletvekili sayısı: 3

Barajı geçen partilerin oyları:

AKP: 103,908 (57.68%); CHP: 35,504 (19.71%); MHP: 28,537 (15.84%)

Partilerin kazandıkları milletvekili sayıları:

AKP: 2; CHP: 1; MHP:0

2011 Bolu seçim sonuçları, yukarda açıkladığımız seçim forműlű çerçevesinde incelendiğinde görűlűyor ki, AKP’nin Bolu’dan bir milletvekili daha çıkarması için CHP’ye oy veren gruptan sadece 732 kişiyi, ya da diğer partilerden, veya oy kullanmayan seçmenlerden 2,900 kişiyi kendi safına çekmesi gerekiyordu.

Diğer bir deyişle, eğer AKP Bolu’da CHP’ye oy veren seçmenler içinden yalnızca 732 kişiyi ikna edebilse, Bolu’nun űçűncű milletvekili CHP yerine AKP’li  olacaktı.

2011 İZMİR 1. Bölge Seçimi:

Kayıtlı seçmen: 1,428,414; Oy kullanan: 1,248,322; Oy kullanmayan: 180,092; Milletvekili sayısı: 13

Barajı geçen partilerin oyları:

AKP: 454,390 (36.32%); CHP: 528,001 (42.38%); MHP: 134,473 (10.77%)

Partilerin kazandıklari milletvekili sayıları:

AKP: 6; CHP: 6; MHP:1

CHP eğer İzmir 1. Bölge’de AKP’ye oy verenlerden sadece 979 kisiyi (AKP secmeninin binde ikisini) kendi safına çekmiş  olsaydı, ya da başka partilerden veya oy vermeyenlerden 2,000 kişiyi sandığa çekebilseydi, bu bölgeden 6 yerine 7 milletvekili çıkaracaktı.

Sonuç olarak, kısaca ozetlemek gerekirse, Tűrkiye’de her partinin bir şehirden kaç milletvekili çıkaracağını belirlemek için kullanılan modelin yapısı nedeniyle, verilen oyların partiler arasında çok az miktarda oynaması bile, milletvekilli dağılımlarını  etkiliyor.

Bu durumda akıllı parti yoneticileri ne yapar?  Yukarda da belirttiğim űzere, mali kaynaklar, en etkili olacak yerlerde kullanılmalı.

Bu da şu demektir:  2011 Bursa, Bolu ve İzmir-Birinci Bölge seçimleri için yapılan yukardaki analizin benzerini, şu an itibariyle her seçim bölgesi için yapmak gerekir.

Milletvekili dağılımını belirleyen (ve yukarıda açıklanan) forműl belli olduğuna göre, ve Tűrkiye’de bilimsel yöntemlerle kamu araştırmaları yapan, ve şehir bazında seçmenlerin tercihlerini başarıyla tahmin eden kuruluşlar bulunduğuna göre, çok az oy farkıyla  kazanılıp-kaybedilecek milletvekilliklerinin nerelerde olduğunu ortaya çıkarmak kolay.

Bu bilgi ortaya çıktıktan sonra da, kaynakları bu belirlenen şehirlere ve bölgelere aktarmak gerek.

Duha Altındağ ile yaptığımız bir çalışma gösteriyor ki, bu yılki seçimde Meclis’e girecek olan 550 milletvekilinin yaklaşık 40’ı bu şekilde, birkaç yűz oyun, en fazla birkaç bin oyun kayması nedeniyle belirlenecek.

40 milletvekilliğinin  bu şekilde kazanılıp-kaybedilmesinin sonucu ise, tek başına iktidar olmak ya da olamamak, veya, muhalefette kalmak ya da iktidar ortağı olmak anlamına gelebilir. 

Parti yoneticileri bu tip bilimsel yöntemleri kullanıyorlar mı? Seçimde belli olacak!

 

 

 

 

 

 

 

İnsanlar Neden Eğitim Almıyorlar?

Bir önceki yazıda, eğitimin  çalışanların  gelirini önemli ölçűde artırdığından bahsetmiştim.  Alınan her bir yıl eğitim, insanların gelirini ortalama olarak, kalkınmış űlkelerde 10 %,  dar gelirli ülkelerde ise %15 oranında artırıyor.  Eğitim eğer bireylerin beşeri sermayelerine ve dolayısıyla kazançlarına bu derece etkiliyse, az eğitimli insanlar (ve az eğitimli űlkeler) neden eğitimlerini artırmıyorlar? Bu sorunun cevabının ardında, aşağıda önem sırası olmaksızın sıralanmış, en az 4 neden bulunmaktadır.

1) Bu nedenlerden ilki bilgi problemidir. Çoğu insan, özellikle yoksul ve az eğitimli kişiler, daha fazla eğitim almanın onların gelirlerini önemli şekilde artıracağından habersizdir. Her ne kadar, eğitimli insanların az eğitimli olanlara nazaran daha fazla gelir sahibi olduğu bilinse de, eğitimdeki az bir artışın gelirleri ne kadar yűkselteceğini anlayamak zordur. Örneğin, ortaokul mezunu bir kişinin bir tıp doktorundan daha az gelir sahibi olduğu bilinir, ama ortaokul mezunu o kişinin eğer lise diploması olsa idi, ne kadar daha fazla geliri olurdu? Bunu bilmek daha zordur. Bilimsel araştırmalardan elde edilen sonuçlar gösteriyor ki, gençler, liseyi bitirmiş olmaları halinde gelirlerinin ne kadar artacağının farkında değiller. Eğer, lise diplomasının gelir artışı sağladığına dair bilgi onlara verilirse, lise bitirme eğilimlerinin arttığı gözleniyor. Aynı şekilde, araştırmalar gösteriyor ki eğer anne ve babalar eğitimin getirisi hakkında bilgilendirilirlerse, onların çocuklarının okula devamlılığı ve sınavlarda başarıları yükseliyor.  Bu yűzden, gelişmekte olan űlkelerde, eğitime olan talebi artırmanın bir yolu, eğitimin gelirlere olan etkisi hakkinda insanları bilgi sahibi yapmak.

2) İkinci sorun ise eğitim karşıtı kültür. Bazı toplumlar eğitime, eleştirel düşünmeye ve aydın olmaya yatkın bir kültüre sahipken, bazı toplumlarda tam tersi bir durum geçerlidir. Farklı ülkelerde bulunmuş bir dikkatli gözlemci, eğitime yakın ve eğitime uzak kűltűrlű ülkeleri kolaylıkla ayırdedebilir. Göstergeler oldukça belirgindir. Eğitim yanlısı ülkelerde, şairlerin ve bilim insanlarının isimlerinin sokaklara ve meydanlara verildiğini görebilirsiniz. Topluma açık alanlarda filozofların, sanatçıların, bilim insanlarının ve yazarların heykellerine rastlarsınız. Eğitim karşıtı kűltűre sahip ülkelerde ise, sokak isimlerinin o űlkenin savaş kahramanlarından oluştuğunu, parklarda sanatçılarin değil siyasetçilerin heykellerini görűrsűnűz. İlk gruptaki ülkelerde her yerde kitapçılar görsűnűz ve  insanların evlerinde kütüphaneler ya da kitap koleksiyonları olduğunu gözlemlersiniz. Bu űlkelerde çoğu semtte kűtűphane vardır ve o semtin sakinleri tarafından kullanılır. İkinci gruba dahil olan ülkelerdeki ortalama insan için kitap ve kűtűphane önemli bir kavram değildir.  İlk gruptaki ülkelerde sanat ve bilim müzeleri sosyal hayatın önemli kurumları iken, ikinci gruptaki ülkelerde çoğu insan ömrü boyunca bir müzenin kapısından içeri adım atmayacaktır.

Sonuç olarak, bir ülkenin kültürel yapısının, o űlke insanının eğitime olan talebi üzerinde  etkisi vardır.  Bu, kötü bir haber gibi gözűkűyor.   Çünkü kültürün değişmeyeceği, değişse bile çok yavaş evrim geçireceğini düşünülűr. Bu inanış tamamen doğru değildir. Ekonomistlerin son zamanlarda gösterdikeri gibi eğer ekonomik, siyasi ve kurumsal çevre değişirse, toplumların kültürel benlikleri de değişir. Bu önemli noktayı ilerki yazılarımda açacağım.

3) İnsanlar eğitimin getirisi konusunda olabildiğince bilgili olsalar ve kültürel mirasları onları eğitime yatkın yapsa bile, bazı durumlarda daha fazla eğitim almamak en iyi seçenek olabilir. Daha fazla eğitimin beşeri sermayeyi ve kazancı artırdığı doğrudur. Ancak herhangi diğer bir yatırım gibi, beşeri sermayeye yapılan yatırımın da bir takım maliyetleri vardır. Őrneğin, eğer insanların yaşam süreleri kısaysa, eğitim iyi bir yatırım olmayabilir. Çünkü bu durumda, eğitiminin finansal getirisi sağlayacak zaman dilimi (eğitim sonu ile emeklilik arası yıllar) kısadır.

Ortalama yaşam süresi 50 yıl olan ve insanların 43 yaşında emekli olduğu bir ülke düşünün (Dünya üzerinde bu kadar düşük yaşam süresi sahip űlker var.  Őrnekler: Nijerya, Kamerun ve Fildişi Sahili). Böyle bir űlkede, ilkokul eğitimini 13 yaşında tamamlamış bir insan düşünün. Bu insan, iş gücü piyasasında 43 yaşında emekli olana kadar, 30 yıl çalışabilir. Eğer bir ilkokul mezununun yıllık kazancı 5,000 dolar ise, ömür boyunca kazanacağı ücret (zaman diskontunu göz ardı ederek) 5,000 kere 30, yani 150,000 dolar olacaktır.

Şimdi bu insanın 6 yıl daha okula devam ettiğini var sayalım. Bu 6 senelik ilave eğitimi tamamladıktan sonra yıllık gelirin 6,000 dolar olduğunu dűşűnelim. Bu insan, eğitimine 6 yıl daha devam ettiği için okulu bitirdiği zaman yaşı 19 olurdu. Bu demek oluyor ki, emekli olana kadar 24 yıl çalışacak vakti vardır (19-43 yaşları arasında), ve bu durumda elde edeceği toplam gelir 6,000 $ x 24 = 144,000 dolardır. Bu örnekteki insan için, 6 yıl daha fazla eğitim almaya değmez çünkü bu ekstra 6 yıllık eğitimin fırsat maliyeti (okula giderken kaybedilen gelir) okulu bitirdikten sonra elde edilecek finansal kazançtan daha fazladır.

Eğer emeklilik yaşı 43 değil de daha yűksek olsaydı (53 gibi), çalışanların önűnde, okula giderek yapılan yatırımın karşılığını alacak daha uzun sűre olacağından, eğitim makul bir yatırım olurdu.

Görüldüğü üzere, çalışma hayatı sűresi kısa ise, daha fazla eğitim almak ekonomik açıdan mantıklı değildir. Eğer kişinin yaşam süresi beklentisi kısaysa ve bulaşıcı hastalıklar, şiddet, savaş, gibi nedenlerden dolayı ölüm ihtimali yüksekse, ya da genç yaşta emeklilik gibi bir sebeple çalışma hayatı sűresi kısalırsa,  eğitime yatırım yapmak eğilimi az olur.

4) Dördüncü sorun maddi zorluk ve eğitim arzı yetersizliğidir. Eğer eğitim almak maddi bakımdan engelleyici ise, insanların eğitime talebi olmaz. Eğitim ücreti, kitaplar ya da öğretim materyalleri öğrencinin ve ailesinin gelir düzeyine oranla yüklü bir miktarda ise, (eğitimin getirisi yűksek olsa bile) eğitim talebi dűşűk olur.  Eğitim bedava olsa dahi, okulda harcanan zaman, o kişiyi para kazanmaktan alıkoyar.  Bu durum, okul parasız olsa bile, eğitime yapılan yatırımın, özellikle lise ve üniversite öğrencileri için masraflı bir yatırım olabileceğini gösterir. Bunu şöyle de dűşűnebiliriz: Bir iş alanına yatırım yapmak isteyen, ve yapacağı bu yatırımın getirisinin yűksek olacağına inanan bir işadamı, bu yatırım için gerekli finansmanı bulamazsa, yatırım gerçekleşmeyecek ve hesaplanan getiri elde edilemeyecektir.

Bir toplumda eğitime talep olmasına rağmen, bazı durumlarda, özel sektör, ya da devlet kurumları tarafından arz edilen eğitim miktarı, talebi karşılamayabilir.

Eğitimin, neden devlet veya özel sektör tarafından yetersiz olarak sağlandığı, ve maddi durumu yetersiz ögrenciler hakkında ne yapılması gerektiği ayrı bir yazımın konusu olacak.  Cevabın içeriğinde, toplumdaki insanlar adına (onların vekili olarak) görev yapan siyasetçilerin motivasyonları, ve finans ve kredi piyasalarındaki problemler gibi konular olacak. Bu çerçevede, “Neden temel eğitim çoğu ülkede zorunlu?”, “Eğitim herkes için parasız mı olmalı?”, “Bankacılık sektörü ve kredi piyasası eğitimdeki aksaklıkları çözebilir mi? gibi soruların cevabını vereceğim.

Eğitim, Verimlilik ve Bireysel Kazanç

Bir önceki yazıda,  űlkedeki eğitim dűzeyinin artmasının o űlkenin gelir dűzeyine doğrudan ve olumlu etkisi olduğunu yazdım. Ancak, ülkeler bireylerin toplamıdır ve “ülke geliri ” bu bireyler tarafından üretilen ürün ve hizmet değerlerinin ta kendisidir. Yani, meselenin temelinde yatan soru, bireyler daha eğitimli olduklarında onların ekonomik üretkenliklerinin ve kişisel gelirlerinin artıp artmağıdır.

Bir işte çalışan insanların gelirleri ile onların eğitimlerinin ilişkisini  incelediğimizde, eğitimli kişilerin gelir düzeylerinin az eğitimli olanlara kıyasla  her zaman daha yüksek olduğunu buluyoruz. Bu bulgu çoğu insan için şaşırtıcı olmayabilir.  Fakat,  eğitim yükseldikçe elde edilen gelirdeki artışın  boyutu şaşırtıcı olabilir.

Aşağıdaki iki grafik, yüksek gelirli bir ülke olan ABD ile, gelişme sürecinde bir ülke olan Türkiye’ de farklı eğitim seviyesine sahip insanların 2010 yılındaki ortalama brüt ücretlerini  gösteriyor.

Blog2_WagesUSA_Turkish

Amerika eğitim düzeyi yüksek bir ülke iken (13.4 yıl) Türkiye’nin eğitim seviyesi Amerika’nın ancak yarısına denktir (6.6 yil).  Fakat, iki ülkede de daha fazla eğitimli insanların aldıkları űcretler, daha az eğitimli olanlara kıyasla daha yüksektir. Amerika’da lise diploması olmayan kişiler saati ortalama 12 dolara çalışırken, lise mezunlarının  ücreti %33 daha yüksektir (16 dolar).  Amerika’da űniversite mezunu olanların kazandığı saatlik ücret, lise mezunlarından %75 daha fazladır (28 dolar).  Yűksek lisans (Master ve doktora) sahibi insanların ortalama saat űcreti ise 35 dolardır.

Blog2_WagesTurk_EnglishAynı yapı Türkiye’de de vardır. Ortaokul düzeyinde ve daha az  öğretim almış bireylerin elde ettikleri saatlik ücret 5.1 TL iken, lise mezunlarının saat ücreti 6.4 TL, yani %25 daha fazladır. Teknik lise mezunlarının saat başı kazandıkları űcret, ortaokul ve daha dűşűk eğitimlilerden %50 daha yüksektir.   Tűrkiye’de űniversite mezunlarının ücretleri ise, lise mezunlarının iki katıdır.

Bunlar, ciddi farklılıklardır; ve, çalışanların maaş ve ücretlerinin onların eğitim düzeylerine göre bu şekilde farklılık göstermesi, dűnyanın her ülkesinde böyledir.  Çin’den İngiltere’ye, Endonezya’dan İsrail’e, bu yapı bütün ülkelerde mevcuttur.

Tabii burada sorulması gereken soru şudur: Ücretlerdeki bu farklar acaba gerçekten eğitimin etkisini mi yansıtır, yoksa başka bir olgunun mu göstergesidir?  Őrneğin, “belki de eğitimli insanlar, bağlantıları ve ilişkileri kuvvetli olan varlıklı ailelerden geliyorlardır.  Bu yüzden, bu tip varlıklı ailelerin çocukları, eğitim almasalar bile, aileleri sayesinde zaten daha fazla gelir sahibi olacaklardı” denebilir.  Eğer bu varsayım doğru ise, durum şudur: Varlıklı ailelerin çocukları, dar gelirli ailelerin çocuklarına oranla daha fazla eğitim alırlar, ve bu varlıklı çocuklar bűyűdűklerinde daha fazla gelir sahibi olurlar.  Fakat, ortaya çıkan bu gelir farkının sebebi eğitim değil, aileler arasindaki servet farkıdır.

Başka bir olasılık daha var. İnsanların zeka ve disiplin gibi özellikleri onların verimliliklerini ve kazançlarını olumlu etkiler.  Dolayisiyla, zeki ve disiplinli insanların bu özellikleri onların gelirlerinin yüksek olmasına sebep olur.  Őte yandan, daha zeki ve disiplinli bireyler okulda daha başarılı olmaya eğilimlidirler. Bu demek oluyor ki, zeki insanlar için okula gidip eğitim almak daha kolay olduğundan, zeki insanlarin eğitim seviyesi daha yüksek olacaktır.  Ve bu tip insanlar genelde daha verimli olduklarından maaş ve ücretleri de yüksek olacaktır. Eğer bu sav doğruysa, insanlar  daha uzun sűre okula gittikleri için değil, okulu bırakanlardan daha zeki oldukları için daha yüksek kazanç elde ediyorlar demektir.

Ekonomistler bu ve benzeri bir çok faktörűn etkilerini hesaba katarak yaptıkları analizler sonucunda, eğitimin kazançlar üzerindeki gerçek  etkisini ortaya çıkarmış durumdalar. Bu alanda yapılan araştırmaların ortaya çıkardığı sonuç sudur: İnsanların zeka düzeyi, azimleri, disiplinleri, ailelerinin serveti  ve kazançlarını etkileyebilecek olası tűm faktörleri hesaba kattıktan sonra, bir yıl daha fazla eğitim sahibi olmak, çalışanın gelirini ortalama %10 artırır.

Daha detaya inmek gerekirse: yaşları, cinsiyetleri, iş tecrübeleri, aile profilleri, zeka düzeyleri ve benzeri bir cok kişisel özellikleri, ve çalıştıkları endüstri alanı da aynı olan iki insanı ele alalım. Eğer bu insanlardan birincisi diğerinden 3 yıl daha fazla eğitim almış ise, aldığı ücret diğerinden %30 daha fazla olur. Bu, eğitimin ücretler üzerindeki direkt etkisidir.

Bu %10 luk getirinin sebebi, eğitimin insanlarin kognitif yeteneklerini (beyni daha iyi kullanarak  analiz yapabilme ve bilgi sahibi olma yeteneği) ve becerilerini geliştirmesidir. Sonuç olarak, daha eğitimli insanlar iş gücü piyasasında daha üretken olurlar ve daha yüksek gelir elde ederler.

Eğitimin maaşlar ve űcretler üzerindeki etkisi düşük gelirli ülkelerde daha fazladir. Gelişmekte olan ülkelerin çalışanları, okula gittikleri her bir yıl için, ücretlerinde %15 artış görürler.  Benzeri şekilde, eğitimin kadınların ücretleri űzerine olan etkisi, erkeklerin ücretleri űzerine olan etkisinden daha bűyűktűr.

Ayrıca, eğitimin getirisi (ücretlere olan etkisinin boyutu) son yıllarda giderek daha da artmaktadir. Eğitim seviyesi yüksek olan bireyler iş gücü piyasasında giderek daha fazla ödüllendirilirken, az eğitimli insanların gelirlerinde bir artış görülmemektedir. Bunun kaynağı, teknolojik gelişmelerin çalışanları bu yeni teknolojileri yetkin bir şekilde kullanabilme ihtiyacinda bırakmasıdır.

Tüm bunların anlamı şudur.  Eğitim, çalışanların beceri seviyesini, verimliliğini ve dolayısıyla gelirlerini artıran çok önemli bir yatırımdır. Bu yatırım, özellikle düşük eğitim düzeyine sahip olan toplumların ekonomik gelişmesi için daha da önemlidir.

Eğitim ve Ülke Kalkınması

İnsanlığın önűndeki en bűyűk zorluklardan biri, farklı űlkelerde yaşayan bireylerin hayat kalitelerinin birbirlerinden çok farklı olmaları.   Ekonomistler, bir űlkenin hayat standardının kuvvetli bir göstergesi olarak o űlkede kişi başına dűşen milli geliri kullanırlar. Űlkelerin kişi başına dűşen milli gelirlerini etkileyen bir çok faktör olmakla birlikte, bunların en önemlilerinden biri, űlkenin ortalama eğitim dűzeyidir.  Daha eğitimli űlkelerde kişi başına dűşen milli gelir daha yűksektir.

Aşağıdaki tablo, bazı ülkelerdeki ortalama eğitim düzeyi ve 2013 yılında kişi başına düşen milli geliri gösteriyor. Örneğin, Fas’taki ortalama eğitim 4.2 yıl ve kişi başı gelir 3,000 dolarken, Turkiye’deki ortalama eğitim süresi 6.6 yıl ve kişi başı gelir 10,900 dolar. Uruguay’da ise kişi başı gelir 16.300 dolar ve ortalama eğitim süresi 8 yıldır.

Kıyaslamak gerekirse, ABD’deki ortalama eğitim 13.4 yıl ve kişi başı gelir 53,000 dolar,  Almanya’da ise ortalama eğitim, 12.7 yıl ve kişi başı gelir 46,000 dolardır.

Blog2_Table_TURKISH

Aşağıdaki grafik, dűnya üzerindeki tüm ülkeleri kullanarak, her bir ülkenin kişi başına düşen gelir miktariyla aynı ülkenin eğitim seviyesini göstermektedir. Görüldüğü üzere, düşük eğitim düzeyine sahip ülkeler fakirken, daha eğitimli ülkeler daha yüksek gelir düzeyine sahiptir.

GDP_EDU_TR

Bu grafikte gösterilen eğitim ile gelirin aynı yönde giden ilişkileri ilginç olmakla birlikte, bu, bir ülkenin eğitim seviyesi arttığı zaman o űlkede kişi başına gelir artacaktır anlamına gelmez.

Eğitiminin  gelir düzeyi üzerindeki gerçek etkisini belirleyebilmek için iki tane ters etkeni hesaba katmak gerekir. Birinci ters etken şudur.   Bir űlke ekonomik olarak kalkındıkça  ve ülkenin milli geliri arttıkça, eğitim sistemine daha fazla kaynak aktarılabilinir, ve yapılan bu yatırım ülkenin eğitim seviyesini yűkseltir.  Bu durumda, eğitimin milli gelire değil, tam tersine, milli gelirin eğitime etkisi vardır.  Bu durumda da grafikteki pozitif ilişki gözlenir, fakat  yorumu farklıdır: Űlkeler eğitimli oldukları için zengin değiller; tam tersine, zengin oldukları için vatandaşlarını eğitebiliyorlar.

İkinci ters etken ise şu olabilir:  Arka planda, hem ülkelerin eğitim seviyelerini, hem de ekonomik gelişimlerini ve gelir dűzeylerini etkileyen bir űçűncű etken olabilir. Őrneğin, bazı ülkelerin insanları kültürel olarak okumaya, yazmaya, düşünmeye, bilime, sanata, ve genel olarak eğitime yakın olabilirler.  Bilime ve eğitime açık olmak  gibi bir kültürel özellik eğer o űlke insanlarını daha yenilikçi, yaratıcı, ve üretken yapıyorsa, bu demektir ki ülkenin eğitim ve gelir seviyelerinin yüksek olmasının asıl sebebi ve gerçek itici güç, o ülkedeki eğitim kűltűrűdűr.

Ekonomistler, bu örneklerdeki gibi muhtemel etkileri hesaba katan metotlar kullanarak ülkelerin eğitim düzeylerindeki artışın gerçekten de ülke gelirine doğrudan olumlu etkisi olduğunu gözler önüne sermişlerdir.  Yapılan bilimsel çalışmalar göstermiştir ki, űlkeler arasındaki gelir farklarının önemli bir bölűmű yine ülkeler arasındaki eğitim farkı ile açıklanabilir. Diğer bir deyişle, eğer bir ülkenin çalışan nüfusu daha eğitimliyse, o ülkedeki kişi başına düşen gelir, az eğitimli diğer bir ülkeye nazaran daha fazla olacaktır.

Yine, bilimsel ekonomik çalışmalar göstermiştir ki, eğitim kalitesinin farkı da ülkeler arasındaki gelir farklarını etkiler. Eğer iki ülkenin çalışan nüfusu aynı eğitim düzeyine sahipse, fakat bu ülkelerden birinin  eğitim kalitesi  diğer ülkeye göre daha yűksekse, birinci ülkedeki kişi başına düşen gelir, ikinci űlkeye göre  daha yüksek olur.

Bűtűn bunlar şunu ifade eder: Bir űlkenin insanları daha çok ve daha kaliteli eğitim aldıklarında,  bu artan eğitim dűzeyinin o űlkede yaşayan insanların refahına  (kişi başı gelire) doğrudan etkisi vardır.

(Konunun devamı bir sonraki yazıda)

Altı Buçuk Nedir?

Bu bloğun adı “altı buçuk,” çünkü gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların aldıkları eğitim ortalama 6.5 yıl. Bu da, yaklaşık olarak ilkokul diplomasına denk. Gelir düzeyi yüksek olan ülkelerdeki insanların ortalama eğitim seviyelerinin 12 yılın űzerinde olduğunu dikkate aldığımızda, bu çarpıcı bir istatistiktir.

Dünyanın bir çok ülkesinde çocuklar 6 yaşında okula başlarlar. Demek oluyor ki, gelişmekte olan bir ülkedeki ortalama insan 12 veya 13 yaşında eğitimini tamamlamış ve bu yaştan sonra bir daha okul yűzű görmemiştir.

Aşağıdaki harita, dűnya űzerinde 25 yaş ve üzeri kişilerin aldıkları ortalama eğitim sürelerini gösteriyor. Kırmızı ülkelerde yaşayan insanların ortalama eğitimi 7 yıldan az iken, pembe renk ile belirtilen ülkelerde eğitim süresi 7 ila 9 yıl arasında değişiyor. Sarı ülkelerdeki ortalama eğitim dűzeyi 9 – 12 yıl arasıyken, ortalama eğitim yeşil ülkelerde 12 yıldan fazla. Görűlduğű gibi, bir çok űlkede ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde, insanlar orta okul düzeyinde bile eğitim almamış  durumdalar.

Averageyearsofeducationaroundtheworld-5(Kaynak: Barro, Robert and Jong-Wha Lee, “A New Data Set of Educational Attainment in the World, 1950-2010.” Journal of Development Economics, 2013. Vol. 104, pp.184-198.)

Eğitim düzeyi dűşűk űlkeler ciddi zorluklarla karşı karşıyadırlar. Yüksek eğitimli ülkelere kıyasla fakirdiler. Az eğitimli ülkelerde çalışanlar daha az üretkendir. Eğitim dűzeyi dűşűk űlkelerde demokrasi iyi çalışmamaktadır. Bu űlkelerin yurttaşlarının sağlık dűzeyleri dűşűktűr. Bu ülkelerde yaşayan kadınların karşı karşıya oldukları ekonomik ve sosyal sorunlar daha fazla ve daha ciddidir. Az eğitimli ülkelerdeki çocukların bebeklik çağında ölüm oranı daha yűksek, ve insanların hayat sűresi yüksek eğitimli ülkelere nazaran daha kısadır.

Elbette ki, yüksek gelirli ülkelerde yaşayan az eğitimli insanlar da var. Bu insanlar da, fakir ülke yurttaşının derdi olan bir çok sorunu yaşamaktadırlar. Örneğin, gelir dűzeyleri dűşűktűr, ve sağlık durumları daha kötüdür.

Ekonomistlerin tanımladığı űzere, beşeri sermaye, bireylerin verimlilik kapasitelerinin göstergesidir.  Bireylerin beşeri sermayeleri, eğitim, sağlık gibi etkenlerin gelişmesiyle artar. Eğitim ise, beşeri sermayenin ana unsurudur.  Bilimsel ekonomik araştırmalar, eğitimin ekonomik, sosyal ve politik göstergeler üzerinde  hem direkt, hem de dolaylı etkisi olduğunu ortaya koymuştur.

Bu bloğun amacı, beşeri sermayenin insan refahını artırmada oynadığı önemli rolün altını çizmek. Bu nedenle, beşeri sermayenin, ve özellikle de eğitimin ekonomik etkilerine yoğunlaşan şu gibi soruların bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen cevaplarını dile getirmeyi planlıyorum: Eğitim düzeyinin artmasının insanların gelirine etkisi nedir? Annenin eğitim düzeyi yükseldiğinde çocuğun sağlığı ve öğrenme yeteneği nasıl etkilenir? Toplumda suç teşkil eden durumlara ve yolsuzluğa ne tür etkenler neden olur? Eğitim, toplumun kültürel değerleri etkileyebilir mi? Eğitimin ırkçılık üzerinde etkisi var mıdır? Siyasetçi davranışlarını güdüleyen faktörler nelerdir? İnsanların inançları, eğitim düzeyleri arttıkça değişir mi? Kültürel faktörler, ekonomik davranışları ve ekonomik göstergeleri nasıl etkiler? Neden bazı ülkelerde kadınlar iş gücüne katılmazlar? Kadınların söz sahibi olduğu ülkelerin ekonomileri daha mı iyi işler? Űlkedeki kurumların kalite dűşűklűğű, űlke insanlarını dürüst olmayan davranışlara teşvik eder mi?

Bu blog, makro-ekonomik meseleler üzerine odaklanan bir çok kaynak mevcut olduğu halde, bireyin, hane halkının, şirketlerin ve çalışanların davranışlarını ekonomi bilimi çerçevesinde tartışan az sayıda blog olduğuna dikkat çeken dostların isteklerine cevaben yaratıldı. Umarım bu blog yararlı bilgiler sunabilir ve burada bahsi geçecek konuların önemi űzerine dikkat çekebilir.